*Pandemi öncesi yıllarda yazılmıştır.
Yan sınıfta kaynamakta olan enjektörlerin kokusu burnumuza geldiğinde, sıranın az sonra bize geleceğini anlardık. İlkokul yıllarındaki aşı günleri, korku ve sevinç duygularını bir arada yaşadığımız nadir günlerdendi. En çok korkanlardan birisi olarak, korkuyla başa çıkmanın yollarından birisinin bodoslama korkunun üzerine gitmek olduğunu, her nasılsa, keşfetmiştim. Sol kolumu sıvayıp doğruca aşıyı yapacak görevlinin önüne gidip, sıramı savarak, aşının verdiği korkuyu rahatlamaya ve sevince dönüştürürdüm.
Basında aşılar hakkında dönem dönem çıkan görüşlerinde bazen siyasi otoritenin, bazen muhalif görünümlü yazarların çok anlamadıkları konularda kendi kafa karışıklıklarını yansıtırken kesin bir dille “aşıların verdiği zarar”lardan bahsetmesinin yıllar içinde giderek biriken bir etkisi olacağından korkardım. Korktuğumuzun başımıza gelmekte olduğunu Klimik Derneği Başkanı Prof Dr Alpay Azap’ın Mart 2018’deki bir konuşmasında aktardığı verilerde görüyoruz: “Çocuğunu aşılatmayan aile sayısı 2014’te bin 370, 2015’te 5 bin 091, 2016’da 11 bin 470 , 2017’de 23 bini geçmiştir[1]”. Dört yılda 20 katına çıkan bu sayının kaynağında ne olabilir?
2000’lerin başından bu yana aşılara ilişkin iddiaların sistematik artışı hakkında eski yıllarda defalarca yazdıklarıma dönüp baktım, önemli bir kısmını burada tekrar kullandım. Hemen belirteyim, o zamandan bu yana otizm ile aşılar arasında bir ilişki olmadığını kanıtlayan geniş çaplı araştırmalar yayımlanmışsa da öyle olduğuna inananlara kanıtlar nedense pek etkili olmadı. Bilimin arayıp bulduğu yanıtların çokluğu ile bu yanıtlar ile tatmin olanların sayısal olarak azlığı arasındaki çelişki düşündürücü. Belki de kanaatler duygu sistemlerinin düşünce sistemleriyle bağını kopartıp karar mekanizmalarını ele geçirmesi ile oluştuğundan ötürü görüşlerine körlemesine bir aşkla, fanatikçe bağlananların fikirlerini değiştirmek neredeyse imkansız.
Korkutucu durumlarla karşılaşanların çoğunun ilk tepkisi “bir şey yokmuş gibi” davranmak olur. Ortadaki durumun abartıldığını ve durumun aslında o kadar da kötü olmadığını düşünmek, ardından da bu söylediğinin geçerliliğini (“abartılmış bir durum”) kanıtsız olarak kabul edip, sonra da geçerliliği belirsiz iddiasının sebebini bulmak korkuyu (ve onu doğuran tehlikeyi) yadsımak, çok korkanların başlıca reflekslerinden birisidir. Bunu sadece siyasi liderler yapmaz; aşıların bir çoğunun (menenjit, serviks kanseri ya da influenza gibi hastalıklardan koruyucu) ilaç tekellerinin vurgun yapması amacıyla ortaya atıldığını söyleyen sosyalist (bilimsel olmayan) ya da domuz yiyenler yüzünden domuz gribi çıktığını öne süren dinci entelektüel, korku duygusu ve onun yol açtığı akıl tutulmasında birleşirler. Her şeyin bir sebebi olması gerektiği düşüncesi bu akıl tutulmasının temel ilkesidir. Bir sonuç varsa, bunun mutlaka bir sebebi (bir başlangıç noktası) olmalıdır. Çocuksu düşünce, başlangıç noktası olmayan bir evrimi kabul edemediği gibi, domuz gribinin de bir sebebi olması gerektiğine inanır. O sebep, hele siyasi bir diklenme havası veriyorsa, daha bir kabul edilesi olur.
Yanlış anlaşılmasın, aşıların doğruluğu ya da yanlışlığı, uygulama biçimlerinin hangisinin üstün ya da etkin olduğu konusunda bir görüş bildirmeyi amaçlamıyorum. Ancak bilim yanılma payı olan, ancak yanılgısını saptayıp düzeltme kapasitesine sahip bir mekanizma sunduğundan Bu konuda klinik mikrobiyoloji, enfeksiyon hastalıkları gibi bilim dallarından meslekdaşlarımın görüşlerine, onların otoritesine başvurmayı yeterli görüyorum.
Beni daha çok ilgilendiren, aşılar gibi insan sağlığı alanındaki en radikal dönüşüm araçlarından birisini “itibarsızlaştırma”nın bu kadar kolayca tutmasıdır, akıl erdirmenin zor olduğu akıl tutulmasıdır.
İşimize gelmeyen, bizi rahatsız eden, korkutan durumlarda kullandığımız “yok sayma” (ya da başkası söylediğinde küçümsenen “teğet geçme”) düşünce refleksinin, gaflet ve basiret bağlanması (akıl tutulması) durumlarının ana mekanizması olduğunu hatırlayarak başlayalım.
Tabii ki, bilimsel otoritelere karşı duyduğumuz güvensizliği ciddiye almak, otoritelerin ne yapıp da bu güven kaybına bizzat yol açtıklarını ayrıca düşünmek gerek. Ama bu aşı ya da deprem ya da benzeri bilimsel yaklaşım gerektiren alanlarda, otoriteler bir çoğumuza inandırıcı gelmedikçe, “alternatif”, ama bilimsel kisveyi de elden bırakmayan prof ya da dr ünvanlı otoriteler türeyiveriyor. Sokaktaki adamla tepedeki adam, sosyalist ile dinci bilimsizlikte birleşebiliyor; düzeni sorgulama ya da muhalif olma dürtülerini rasgele hedeflere yöneltip boşa harcıyorlar. Bambaşka yerlerden sızıp gelen kuşku ve güvensizlik, kaynaklarıyla ilgisiz alanlara yayılıyor. Demagojinin en önemli özelliğinin, doğruları içeren ifadeler taşıması, ama doğruların yanına yalanları ya da yanlışları sıkıştırması olduğunu kolayca unuttuğumuz bir dönemde, bildiklerini söyleyen, bilmediklerini spekülatif bilgiler ya da kendi inançlarıyla açıklamaya çalışmayan bilim insanlarının otoritesine güvensizliğin, ülkenin, ve tabii ki, yeryüzünün giderek güvensizleşmesinden bağımsız olduğunu sanmıyorum.
Güvensiz bir ülkede, tehlikelerden korumasız büyüyen ve yaşayan insanlar olarak, yolda yürürken kafamıza her an bir şey düşmesi yada bindiğimiz aracın her an başka bir aracın altına girmesi ya da güvenliğimizi sağlayacak kişiler tarafından dövülmek yada öldürülmek gibi çok daha büyük, korkutucu ve sahici olasılıkları düşünmek, onlarla başa çıkmaya çalışmak yerine, korkumuzu “uyutmak” için aşılarla, virüslerle ilgili atıp tutmayı tercih ediyoruz. Başka ülkelerdeki tereddütlerin ve karışıklıkların güvensizlik gerekçeleri de özünde aynı gibi gözüküyor.
Korktuğumuzda, ne yapacağımızı ve nasıl başa çıkacağımızı bilemediğimizde, tıpkı doktorun “bir şeyin yok” ya da uzmanların “deprem olmayacak”, “küresel iklim değişikliği yok” demesini istediğimiz gibi, “aşı zararlı olabilir” ya da “bu hastalık hiçbir tehlike yaratmıyor” ya da, “bu emperyalizmin oyunu” sözlerine inanmak istiyoruz. Korkumuzu yenmenin yolunun, korkutucu durumu doğru anlamaktan geçtiğini düşünüyorum.
Aşı uygulaması konusunda her birey kendi durumu için geçerli risk, yarar ve olumsuz olay olasılıklarını, herhangi bir tedavide olduğu gibi, tedavi ya da koruyucu uygulamayı yapacak olan doktor veya kurumla, güvendiği otorite ile konuşabilmeli. Aşı uygulamalarının sadece kendimizi korumak için değil, toplumu ve insanlığı daha tehlikeli bir durumdan korumak için olduğunu akla getirmeli. Zira, bir çok virüsün çoğu kişide hafif (“korunmaya değmez”) bir hastalığa yol açtıktan sonra ağır hastalığa yol açabilecek bir dönüşüm geçirmesi olasılığı yüksek. Ya bu risk yanlış hesaplandıysa, ya düşünüldüğü kadar büyük bir salgına yol açmazsa diye düşünerek aşı (ya da benzeri önlem uygulamalarını) abartılı ve gereksiz olarak tanımlayan çok uzman ya da toplumu etkileyebilecek konumda kişi var. Bu görüşün doğal sonucu risk yeterince büyük ve kesin değilse önlem alınmamalı, oluyor. Yolumuz kısa, riskimiz düşük, o yüzden emniyet kemeri takmadık diyen
Aşı gibi çok sayıda insana yapılan uygulamalarda, istenmeyen durumların olasılığının arttığını da hatırlamak gerek. Örneğin milyonda bir olan bir yan etki, 20 Milyon kişiyi aşılarsanız, 20 kişide ortaya çıkacaktır. Az sayıda olması, olaydan etkilenen kişi ve ailesi için artık bir anlam taşımaz. Bu bilgiyi duyduğumuzda, empati mekanizmalarımız o kişi ve ailesinin durumunu anında anlamamızı ve içimizde hissetmemizi sağlar; bize aşı ve insanlığa ve topluma yararları her şeyi unutturur. Tıpkı bir uçak kazasından sonraki günlerde çoğumuzun uçağa binerken duyduğu, birkaç hafta sonra da kayboluveren korku gibi… Kaza kendi ülkemizde olursa, olasılığın daha arttığını, uzaklarda bir yerde ise, bizimle ilgisi olmadığını düşünmemiz gibi, korku da mantıksız bir çizgi izler. Artıp azalmasını kontrol etmek kolay değildir.
Ama zorla güzellik olmaz. Aşılama hakkında ikircikler oluşturanların, olayın mantığını anlamadan konuşanların, bilimsel bakış ve düşünüş açısına sahip olmayan akademisyenlerin söyledikleri, nesnel bilgiye inanmak isteyen, ama korkunun tetiklediği reflekslerine de karşı koymakta zorlanan büyük çoğunluğu oluşturan insanları çoktan huzursuz etmiştir. Diğer yandan aşılamanın arkasındaki yasal zorlayıcılığın gevşetilmesi ile beraber kafası karışıkların kendi çocuklarının ve çevrelerindekilerinin sağlığına zarar verme olasılığı da artmıştır. Oysa, aşılamaya “zorlamak” trafikte kırmızı ışıkta durmaya “zorlamak”tan özünde farksızdır; aşılanırken bir tercih ya da seçim yapmaktan ziyade kendimizin ve başkalarının sağlığı için bir adım atmaktayızdır.
Çocukluğumdaki aşı günlerindeki korkudan daha güçlü hatırladığım bir şey var; o da aşının kendisinden ve korkusundan çok daha fazla önemsediğimiz, aşıyı olduktan sonraki, tatil… Aşı tatili.
Zorlama konusunda yasanın desteğinin ötesinde korkuyu silip atabilecek güçte iyi duygulara ihtiyaç olduğu apaçık. Shakespeare’in “”Kuru Gürültü”sünden bir alıntı, kafası karışmış, çocuksulaşmış toplumu bilimin safına kazanma stratejisine ışık tutabilir: “Zorla iyilik yapacağına, iyilikle zorla!”
[1] https://www.mynet.com/turkiyede-2017-yilinda-23-bin-aile-cocuklarina-asi-yaptirmadi-110103941468