İstanbul sokaklarından herhangi birisinde iki taraflı park etmiş araçların arasından geçerek ilerlerken sokağın girilmez tabelasının bulunduğu tarafından girmiş bir araçla karşılaştığınızda genellikle ne olur? “Ters yön” söz ve işaretlerle “haklılığınızı” ve onun geri gitmesi gerektiğini duyurmaya çalışırken diğer araçtaki kişi de, öyle olsa bile oraya kadar gelmiş olduğundan ötürü (kaçak inşaatın 59’uncu katına geldiğimizde olduğu gibi yıkım kararına rağmen) yola devam etmesi gerektiğini öne sürer. Arkasından aynı düşüncede bir araç daha geldiyse, güç asimetrisi belirgin biçimde oluşur. Siz sağda solda az yanaşılabilecek bir boşluğa yakınsanız geri geri gidebilir, memlekete ve ‘adam olmayacak insanlara’ lanet okurken haksızlığa uğramışlığın yarattığı öfkenizi en fazla pis pis bakarak ya da aracınızdaki yolculara söylenerek ortaya koyarsınız. Yok, bileğine güvenen birisiyseniz, aracınızı karşıdakinin burnuna dayayıp tehdidinize teslim olan diğer araç çekip gidene kadar bekleyebilirsiniz. Yolun diğer ucuna ulaştığınızda sokağın girişindeki ‘girilmez’ levhasının yerinde olmadığını gördüğünüzde yolu tehditle açandıysanız tehdidinize pişman olur musunuz (sanmam)? İki’ye bir durumunda yol verendiyseniz, eziklik hissiniz belki biraz hafifler. Haksızlığa uğramışlık hissimiz kaybolunca (‘adamlar görmemiştir’), bir’in iki’ye (eğer kural ihlali yoksa) yol vermesi daha az üzer.
Başka alternatifleri üretmek mümkün, ancak hemen her gün sokağın şu ya da bu tarafından girdiğimizde kendimizi içinde buluverdiğimiz bu sıradan durum toplumsal hayatımız hakkında epeyce fikir verir. Olan bitene dışarıdan bakan birisinin (örneğin araçta beraber yolculuk eden çocuğun) gördüklerinden kendince çıkartacağı doğru-yanlış sonuçlar neler olabilir?
-Güçlü olmak haklı olmaktan üstündür (“kurallar güçsüzler uysun diyedir”, “güçlüyseniz kurala uymama paşa gönlünüzün kullanıp kullanmamaya karar vereceği doğal bir haktır”)
-Haklı olmak (ya da hissetmek) saldırgan dürtülerimizi öne çıkartabilir (“girilmez yola girmişsin; seni kıstırdım bir kere”)
-Çoğunluğun dediği olur (‘bir kişinin özverisi daha kolay, yapıvereceğiz artık’)
-Geçmişte yaptığımız haksızlıkları boş vermek (‘oldu bir kere’)
-Kaybettiğimiz kesinleşince kazanana hak verme ve kaybedişimizi makulleştirme mekanizması işler (‘adamlar görmemiştir’).
Bu sonuçlar kişinin o ana kadarki deneyimleriyle uyumlu ise daha da pekişecektir. Gazete yazısının sınırlarını aşmayayım; sokaktaki karşılaşmaları çeşitlendirmek de bu heuristic’lerin listesini uzatmak da mümkün (sizin önerilerinizi ve senaryolarınızı öğrenmek isterim). Heuristic kelimesiyle gündelik hayata hükmeden pek de düşünmeden uyguladığımız otomatik akıl yürütmeleri kast ediyorum. Bir çeşit ‘kısayol’ gibi ‘kestirmeden’ verilen yanıtların ya da bulunan çözümlerin en önemli özellikleri eleştirel bir düşünme süzgecinden geçirilmeksizin işleme sokulmalarıdır.
Heuristic’i iyi ya da kötü veya doğru ya da yanlış ikilemleriyle değerlendirmek anlamsız olur; zihnin çalışmasının kaçınılmaz bir parçası olan ve birçok durumda ‘işi bitir’memizi sağlayan bu kısayollara ihtiyacımız apaçıktır. Ancak heuristic’lerin içinde olunan bağlama göre otomatik seçilip devreye girdiğini düşünürsek, içinde olunan bağlamı (kimle, nerede vb.) çok yönlü analiz edebilme becerisi yeterince gelişmemiş olan (yaşı küçükler, eğitiyoruz diyerek beyinleri yıkanmış olanlar vb.) birçok birey ne görürse onu tekrarlamaya yatkınlaşır.
Zihinsel otomatik operasyonların yerleşikleştiği yaşlarda karşılaşılan uygulamalardaki sosyal kurallar (öğretilen ya da ezberletilenlerden ziyade uygulanan ahlak kuralları, mesela) birçok heuristic’in otomatik kısayollar olarak hayatımıza neredeyse ilelebet yerleşmesini sağlar. Kurallar ya da sınırlar adı altında karşılıklı mutabakatla hayatımıza yerleştirdiğimiz heuristic’ler ile dayatılan ve egemenlerin hayatımızı kontrol etmek üzere getirdiği (kendi statülerini ve rahatlarını korumak üzere geliştirilmiş) kurallar arasındaki farkı yok sayan (sözde-sol) ‘kural tanımaz’ söylemler ise yönetenlerin keyfiliğine meşruiyet kazandırırlar.
İktidarların ilk hedefinin çocukların zihinlerini ve onların içinde serpilip büyüdüğü aile, okul ya da mahalle gibi sosyal ortamları kendi hegemonyalarına sokmaya çalışmaları boşuna değildir. Biz aileler de kendi deklare ettiğimiz düşünce sistemimizle çelişkili ‘otomatik’ davranışlarımızla bu hegemonyayı pek istemesek de pekiştiririz. Siyasi sürprizleri ya da akıl almazlıkları anlamak isteyenler gündelik hayatımıza bakarak beklenmeyenleri (hatta kendilerinden bile beklemediklerini) bulabilirler.
Deneylerle gerçeğin sınanmasına dayalı bilim eğitimi bilişsel gelişimi hızlandırarak soyut düşünebilmeyi geliştirir; soyut düşünebilmek zaman baskısı altında rastgele heuristic seçimi yapmaya sürüklenmeye karşı koymamıza olanak sağlar.