Çocukların eğitimi daha iyi olsun diye özel okullara gönderen, göndermek için özveriye katlanan anne-babalar arasında işadamı kafasına sahip olanlardan sıkça duyduğum bir hayat planı var: “Bu çocuğun okulu, dersleri için harcadığım parayı bir kenara koysam, çocuğu da okula mokula göndermesem. Yaşı büyüdüğünde o parayla bir iş kurarız, ev alırız..” Eğitim düzenini ne kadar beğenmesek de, daha iyisini bulana kadar idare ettiğimiz her çözüm gibi “hiç yoktan iyi”…
En azından okul, ders ve sosyal faaliyet parasını çocuğa dükkan için sermaye yaptığımızda o işin (eğitim olmazsa) yürümeyeceğine inandığımızdan ötürü ne yapıp edip “bir altın bilezik sahibi olsun” diyerek çocuklarımızı en iyi koşullarda okutmaya çalışıyoruz. Kendi ülkemize özgü saydığımız bu durumun ABD’deki karşılığına baktığımızda özünde pek farklı olmadığını düşündüren örnekler var.
Amerikan hayat tarzının taşıyıcısı inançlardan birisi olan “herkes üst sınıflara ve daha iyi bir hayat tarzına tırmanabilir” olma yoksulların yüksek öğrenim görebilme fırsatı ile ilişkilendirilmiştir. Yoksulların üniversiteye gidiş oranlarının 1970’lerden bu yana % 28’den % 45’e yükseliş göstermesi fırsatlar ülkesindeki gelir dağılımı eşitsizliğinin ve sınıfsal farkların eğitime pek yansımadığına, nihayet sınıfsal farkların kapanmasa da azalıyor olduğuna kanıt sayılabilir. Ancak, yoksulların üniversiteye gidiş/giriş oranlarına değil de, üniversiteyi tamamlayabilme oranlarına bakıldığında ABD’de bu konuda 40 yılda pek bir şey, hatta hiç bir şey değişmediği anlaşılıyor. Mezuniyet oranları yüzde 20’lerde geziyor. En üst (dörtte bir) gelir dilimindeki gençlerin ise yüzde 99’u girdikleri üniversiteyi bitiriyor.
Yoksullara ne oluyor, okullara girip de bitirememelerinin sebebi ne? Giderek pahalılaşan okullara para yetiştiremedikleri için mi? ABD hükümetinin eğitim masraflarına katkısı giderek daha düşüyor. Cepten para koyma gerekliliği, ödemekle bitmez kredilerin korkutuculuğu gibi sebepler de eklenebilir. Yoksa yoksulların gelişimsel farklılıkları mı var? Bilişsel becerilerini geliştirmeyen ev ve okul ortamlarında yetiştikleri için okul yükünü taşıyamaz hale kolayca mı geliyorlar?
1,099 çocuğun beyin görüntülerinin analizine bakılan önemli bir çalışma Nature Neuroscience’da yayımlandı (Noble ve ark., Mart 2015). Sonuçlar oldukça net: yıllık 25,000 dolardan az kazanan ailelerin çocuklarının beyin yüzölçümleri yılda 150,000 dolardan çok kazananlardan % 6 daha küçük. Beyin kıvrımlarının çokluğu oranında artış gösteren beyin yüzölçümü bilişsel beceriler (öğrenme, muhakeme gibi) ile doğrudan ilişkili. Yoksulların kendi arasındaki kıyaslamalarda da gelir farklılıkları beyin boyutlarına yansıyor. dil gelişkinliği ve karar mekanizmalarını ölçen bilişsel testlerdeki skorlar yıllık gelir düştükçe azalıyor.
Scientific American’daki yorum yazısında bir başka araştırmaya gönderme yapılıyor. 1 aylık Afrika kökenli Amerikalı bebeklerde yapılan (Martha Farah ve ark) çalışmaya göre ailenin gelir düzeyi ile beyin gelişimi göstergeleri arasındaki bağlantı hayatın ilk ayında bile mevcut. Bu kadar erken bir etkiyi, daha bildiğimiz anlamda yaşamaya henüz başlamışken ortaya çıkartan etkenler neler olabilir?
Annenin beslenme biçimi, gebelik dönemindeki stres, yaşama ortamlarında toksik maddelerin çokluğu gibi çevresel etkenler genetik yapı üzerinde olumsuz etkiler yaratarak beyin gelişimini aksatıyorlar.
Gebelik döneminde ‘iyi’ koşulların yaratılmasının gerekliliğini gösteren bu bulgular bir yandan da moral bozucu. Henüz hayatın ilk haftalarındayken bile kendilerinden daha varlıklı (aileleri olan) bebeklere göre geriden gelen bir gelişim çizgisinde olan yoksul bebeklerin geleceği nasıl olacak? Koşulların düzeltilmesi ile tersine dönebilecek bir kötü gidişten söz edebilir miyiz?
Anne-babanın güçlendirilmesi ve bebeğin beyin/zihin gelişiminin düzeltilmesi için yoksulluktan kurtarılmaları yeterli olacak mı? Anne-babanın yoksulluğu parasızlık ile ilişkili problemler ortaya çıkardığı gibi, işsizlikle bağlantılı görülebilecek bir eksiklik olarak toplumda üretici bir rol oynayamama ciddi bir stres kaynağı. Bunun paralelindeki bağımsızlığını bir türlü kazanamama ise ‘düşük statü’lü ruh durumunun stresini pekiştiriyor. Bu öyle bir stres ki, toplumun en altında olmanın, “sürü”den uzak düşmeye her an daha yaklaşmanın getirdiği bir yok oluş kaygısıyla beraberce yükseliyor. Stresin kimyasal iletkeni kortizol düzeyinin toplumsal statüsü düşük primatlardaki yüksekliğini depresif duygudurum bozukluklarında da sıkça görebiliriz. Kortizol’ün sürüp giden yüksekliğinin anne ya da babanın bellek ve muhakemesi üzerine olan negatif etkisi yanısıra çocukta strese dayanıksızlık ve kolayca dağılabilme gibi etkileri var. Stres yoğunluğu ile karar mekanizmalarının zayıflaması arasındaki bağlantıyı aşmanın yolu küçük bebeklerde daha berrak; henüz zamanın, yıpranmanın etkileri devreye girmemiş.
‘Küçük kalmış beyin’lerin ihtiyaçlar karşılandığında olması gereken boyuta ulaşması mümkün değil mi? Tabii ki mümkün. Anne-babasıyla keyifli oyunlar oynayabilen bir bebek düşünün. Her an hem duygusal hem bilişsel olarak aldığı uyaranların hücre gelişimini sağlamasını bekleriz. Anne-babanın çocuklarıyla beraber zaman geçirmesi önerisinin tek hedefi de budur. Ancak her “çocuğunuzla zaman geçirin” deyişimizde iki soru karşımıza çıkar: Hangi zaman? Ne yapacağız? Gündelik koşuşturma içinde zaman ve mekan kavramlarını kaybeden (vücudun stres alarmı vermesi için bir başka sebep daha) anne ve baba bebekleriyle ne yapacakları ya da ne yapmaları gerektiğini bilemez hale gelmiş olabilirler.
Yoksul anne-babaların donanım eksiklerinin giderilmesi ve öğrendiklerini uygulayabilecek zaman ve mekan düzenlemelerinin yapılması beyin boyutlarının ve dil/muhakeme mekanizmalarının “normalize” olması için ilk adımdır.