Ankara’daki Fen Lisesi 1964’de öğrenime açılmış fen ve matematik ağırlıklı yatılı bir okuldu. Müfredatı benzeyen okullar 1980’lerde Türkiye’nin dört bir yanına yayıldıysa da, yetkililer işin gösterişinden ötesini düşünmedikleri için Ankara Fen Lisesi’nin laboratuvar altyapısını başka yerde kurmaya pek zahmet etmediler. Seksenli yıllarda kamu kaynakları okula mescit yapmak gibi faaliyetlere odaklanınca, Fen Lisesinin yıllar içinde eskiyip çürüyen laboratuvarları ve malzemeleri mezunların çabalarıyla yaşatılmaya çalışıldı.
1960’larda bilimde gerçekleşen sayısız hamlenin meraklı lise öğrencilerine aktarıldığı DNA modellerinden kuantum mekaniğini kavramaya yarayan deney malzemelerine kadar uzanan alanda deneyler öğrettikleriyle beraber zihnimize kazındılar. Bütün o çapraşık deneyler içinde bir tanesi vardı ki, aklımda bambaşka bir yer bıraktı.
Kimya laboratuvarındaki bu ilk deney oldukça basitti; hatta, ‘bir mum yakın, seyrine bakın’ diye özetlenebilirdi. Deneyde biz öğrencilerden istenen bir mum yanarken neler olduğunu ve neler olabileceğini gözlememiz ve anlatmamızdı. ‘Mum deneyi’nin şaşırtıcı basitliğine şaşmayı bırakıp deneyi ‘yapma’ya geçtiğimizde karşılaştıklarımız daha fazla şaşırttı. Sıcaklığı, rengi, ısısının hangi çapta ne kadar hissedildiği, mavi ve kırmızı alevinin farkı, eriyen kısımların aşağıya doğru akışındaki örüntüler diye başlayıp sürdürülebilecek sayısız ayrıntıya gömüldüğümü hatırlıyorum. Gözlemin gücü diye bir terim varsa bu durum için kullanılabilirdi. Hayatın sıradan bir ayrıntısına, bir mumun yanışına, sadece anlamak amacıyla belli bir mesafeden baktığımda o güne kadar aklıma gelmemiş ne çok ayrıntıyı yakalamıştım. Bakmak, sadece anlamak için gözlemek…
Sorgulamaksızın dinlemek ya da gözlemek, mum deneyinden yıllar sonra psikoterapi eğitimleri sırasında, daha sonra ‘mindfulness’ çalışmalarında dünyaya ve başka insanlara bir bakma biçimi olarak karşıma çıktı. Herhangi bir değerlendirme yapmaksızın, bir hüküm vermeksizin yaşananı sadece fark edebilmek anlamında kullanılan ‘mindfulness’ (Türkçesi ile ilgili değişik öneriler var, ‘farkındalık’ en sık kullanılan, bir de ‘ayrımsama’) bir yerde Doğu kökenli meditasyon uygulamalarının bir parçasıyken, bambaşka bir yerde hayatı anlamak için hiç bir veriyi reddetmeden gözlemenin ve izlemenin bir aracı oluyordu. Mumun yanışını hiç unutmamamda, o anda olan biteni süzmeksizin algılamamın katkısı vardı.
Acı ya da sıkıntı verici olaylardan bakışlarımızı kaçırmak, farkındalığımızın dışında tutmaya çalışmak doğal bir kaçınma ve rahat etme aracı gibi gelebilir. Oysa, sıkıntı ya da üzüntü verici bir yaşantıya, tam odaklandığınızda, o yaşantıyı işimize gelmeyen yanlarını süzmeksizin anlamaya ve gözlemeye çalıştığımızda acı vericiliğinin azaldığını hissedebiliriz. Bu olayın niteliği değiştiği için değil, durumun geçiciliğini fark ederek, geçmesini bekleyebilmemiz ve acıya da geçici olduğu için daha iyi dayanabilmemiz sayesinde olur. ‘Bu da geçer ya Hu’ deyimindekine benzer bir geçicilik algısı baskıya ve acıya dayanabilme gücünü verir.
Bilimsel perspektif, bir araştırmaya başlarken konuyu deneyselleştiren bir cümle (bir hipotez) kurmaya ve gözlemlerden elde ettiği bilgiyle kendi hipotezini desteklemeyen verileri arayıp bulmaya dayanır.
Bilimsel perspektifin popüler olamaması doğasındadır. Bir başka açıdan bizim doğamızdadır. Bilimin yöntemi bizden doğal eğilimimize aykırı davranış bekler. Zira, doğal (‘el değmemiş’) davranışsal eğilimimiz kendi müthiş hipotezimizi destekleyecek ve inandığımıza ters düşmeyecek verileri çevremizden seçip almaya, kalanını süzgeçten geçirmemeye yeminlidir adeta. Haklı çıkmak için her şeyi yapan ‘doğal’ (bilimsel düşünüşten payı verilmemiş) zihin yapımız, her durum için verilerin bir kısmını kullanıp kalanını görmezden gelerek ikna edici (ve bilimsel araştırmaların bazılarından elde edilmiş verileri de içeren) bir açıklama bulabilir.
Hayatın sadece bizi rahatsız etmeyecek, hayata ilişkin hipotezlerimizi destekleyecek kısmına bakıp gerisini görmezden gelmek alışkanlığı iktidardakiler veya güçlüler ile sınırlı değildir. Kendi bakış açılarımızda da bu kendini haklı çıkartma ‘refleksini’ yakalayabiliriz. Dünyaya karşımıza ne çıkarsa görmek ve incelemek (ve bir süreliğine de olsa öylece ‘kabullenmek’) üzere baktığımızda, kalıcı olanı görebilir, rahatsız edici ya da korkutucu olanların o hallerinin bekleyebildiğimiz ve dayanabildiğimiz ölçüde öylece geçip gittiğini fark ederiz.
Bir ‘farkındalık’ egzersizini dünya işine siyasete karışmadan kendi kendine yapmak isterseniz, sağ elinizin avuç içini açıp 60 saniye inceleyin. Daha önce görmediğiniz dağlar, ırmaklar, yollara bakarak başlayın. Sonra kafanızı kaldırıp gökyüzüne, yanınızda yatan çocuğunuzun sırtına dikkatlice bakın. Mum deneyindeki gibi gördüğünüz hiç bir şeyi görmezden gelmeden, hatta bir kenara yazarak. O zaman farkındalık üstünlüğü sizde olur.