“ Önünüzde iki tedavi seçeneği var; herhangi birisini seçtiğinizde yüzde elli olasılıkla iyileşeceksiniz; yüzde elli olasılıkla da ilaç yan etkilerine bağlı çok ciddi sıkıntılar yaşayabileceksiniz. Böyle bir tedaviyi kabul eder misiniz ?”
Bu tür olasılıklardan giderek insanların karar verme mekanizmalarını araştıran Daniel Kahneman’ı (2002 Ekonomi Nobel ödülünü alan psikoloji profesörü, sonradan Hızlı ve Yavaş Düşünme kitabıyla tanındı) didik didik ettiğim her seferinde onun vardığı sonuç, kaybetmenin kazanmaya eşit olasılıkta ve riskin “ağır” olduğu durumlarda risk alanların oranının yüzde yirmiler civarında gezindiği… Kahneman ve Tversky’nin “Ya istikbal, ya ölüm!” tipi bir karar verme deneyini hiç denediklerini sanmıyorum ama, insanlar üç aşağı beş yukarı şöyle davranıyorlar: “Risk büyükse, uzak dur; hiç girme! Riskten kaç, şimdiki durumundan beter bir duruma düşme…” En azından yüzde 80 kişi böyle düşündüğünü söylüyor (ve öyle de davranıyor).
Peki, bu oran ne zaman değişebilir? Hangi koşullar bireylerin riske yaklaşım tarzlarını ne şekilde etkilemektedir? Bir hastanın tedavisini seçerken kararı alışında riski alışını ve almayışını ne belirler? Yan etkilere odaklanırsak, yan etkileri nasıl değerlendirecektir? Tedavinin külfetlerine katlanabilecek midir? Buna nasıl karar verecektir?
Kısa cevap: Hasta’nın ne durumda olduğu kararını belirler. Dikkat ederseniz, “hastalığının ne durumda olduğu” demiyorum. Hastalığın durumu ile hastanın hastalığını algılayışı her zaman aynı değil, zira.
Yazının girişindeki soruyu bir ankete dönüştürüp, hastane koridorlarında gezsek, hastanenin A katında “evet, böyle rahatsız edici çok yüksek yan etki oranı olan bir tedaviyi uygulardım” diyenlerin, diğer katlardakinin üç misline çıkabildiğini görüyoruz. Tedavinin risklerini, verilen ilaçların yan etkilerini kabullenebilmek neye bağlanabilir? İnsanların başka bir yer ve zamanda alınandan daha fazla risk alması ne demektir? Ya da, almamasının bir açıklaması var mı? Riskli durumlarda karar verme mekanizmalarının işleyiş ilkelerine bakarak düşünmeyi deneyelim. A katındakilerin ciddi ve ölümcül sonuçları olabilecek bir hastalıkları olduğunu da not edelim.
Bir bakış açısına göre bu durumu kişinin içinde olduğu sağlık durumunun ağırlığının bir ürünü olarak görmek mümkün. Hastalık ciddiyse, tedavinin yan etki riski alınabilir. Umutsuzluk dorukta, o sebeple kişi can havliyle hareket etmektedir. Herhangi bir yoldan, bugün içinde bulunduğu durumdan çıkabileceğine inanmayan “hasta” ancak ve ancak bir huruç harekâtı (çemberi yarmaya yönelik ve kaybetme riski yüksek bir askeri eylem gibi) ile bu durumdan kurtulabileceğine inanmakta. Riskten kaçacağı yerde, artık belki de bir risk olarak göremediği ya da risk olduğunu unuttuğu ucu ölüme varabilecek seçenekleri bile almaya hazır olabilir.
Umutsuzluğun egemen olduğu ciddi hastalıklarda ilaç yan etkisi vs. gibi makul riskleri bir kenara bırakıp, maceraya atılışın ölçüsü büyülere ya da ilaçlığı kendinden menkul (zararları hiç hesap edilmemiş) doğal maddelere uzanabilir (doğallık ile yararlılık arasında tam bir eşitlik yok, hatırlatayım, zehirli mantar mesela). Böyle olunca, bu kökeni belirsiz maddelerin yan etkisi vs alınamayacak bir risk olmuyor.
Umutsuzluğa düşenler, o kadar umutsuzlar ki, hiçbir şeyin içinde olduklarından daha kötü olmayacağını düşünüyor ve her durumda kendilerini çok iyi şeylerin beklediğine inanmaya başlıyorlar.
İkinci bir bakış açısı ise, hastanın hastalığına karşı kendine güveninin “fazlasıyla tam” olması. Yüzde elli yararı bulacaklarına inandıkları için (ve zarara uğramayı akıllarına bile getiremeyecek kadar talihlerine güvendikleri için) bu riskleri alabilen kişilerin olması. Durumu yeterince doğru değerlendirmeyi zorlaştıran bu temkinsiz iyimserlik, yan etki ya da diğer tıbbi riskleri görmezden gelmeyi ya da azımsamayı doğurabiliyor. İnanın, bu da mümkün… Hani bir ara, hamsi yediği için AIDS etkeni virüsten “ona bir şey olmayacağını” düşünen vatandaşlar gibi.
Bu kendine ve talihine pek fazla güven hâli hem bildik hem de yaygın bir durum sayılır; içinde bulunduğu koşulu tam ve etraflıca değerlendirememe, yapabileceğine inandıklarının gerçekten yapabileceğinden daha fazla olması gibi insani özellikleri bir tek bizde var sanmayın… Belki “fazlasıyla güven ve iyimserlik” duygusu olmasa yaşamak da zor olur. “Fazlasıyla” parantezine alınmış bir güven ve iyimserlik, sanmayın ki, günlük güneşlik zamanların düşüncesi. Aksine, korku ve sıkışmışlık duyguları yaratan durumlarda (“battı balık yan gider”) bu düşünceler davranışlara eşlik ediyor.
Aynı temkinsiz iyimserler arasında, bu iyimserlikleri sebebiyle tedaviyi fazla düşünmeksizin kabul edebilecekleri gibi, hastalığı azımsayarak, kendisine yüzde elli de olsa yarar sağlayabilecek bir tedaviyi reddedenlerin sayısı pek az olmayabilir.
Temkinsizlik ile umutsuzluk, iyimserleştirici etkileri ile zararların azımsanmasını ve genellikle tedavinin reddini getiriyor. Umutsuz iyimserler biraz paradoksal biçimde, hastalığı azımsamayıp tedavinin derdini çekseler bile hiç olmazsa nimetlerinden de yararlanabiliyorlar. Umutsuzlar (iyimser olmayanları) ile temkinsizler daha hafif rahatsızlıklarda, sıradan sayılabilecek ya da “hemen öldürmeyen” sağlık problemlerinde, gereksiz tedavilere daha çok eğilim gösteriyorlar.
Insana akıl erdirmek, seçimlerine sadece mantık yoluyla açıklama getirmek beyhude. Ama, aynı insanlar örneğin hastalıklarda korku gibi güçlü bir duygunun etkisiyle yanlış karar verebileceklerini öğrendiklerinde kararlarını aceleye getirmeyerek, biraz bekleyerek, sağlıklı karar verebiliyorlar. Acelesizlik, bir düşüneyim demek, duygusal farkındalığın ilk göstergesi. Kahneman’ın nihayet Türkiye’deki okur kitlesince benimsenmesiyle (okumamış İK uzmanı veya yönetici kalmamalı) yaygınlaşan düşünce yöntemi sınıflandırmasını hatırlatırsam: sistem 1 acele ve duygu yüklü durumların davet ettiği zihinsel işletim sistemi ise, tembel ama rasyonel sistem 2 ise biraz beklediğimizde devreye girecek olan, ciddi ve düşüne taşına karar vermenin mekanizmasıdır. Ikisi de lazım, ikisini de ustalıkla kullanabilenler hayatı daha uzun, daha verimli ve daha keyifli yaşayabilir.