Elde yeterli veri toplanmaksızın teori üretmeye kalkışmak hata olur.
O durumda, insan, teoriyi olgulara uyduracağı yerde,
farketmeksizin, olguları teoriye uydurmaya çalışır.
Sherlock Holmes
Cumhuriyet Bilim Teknik’teki (1987-90 arasında yayımladığım) yazıları bu kitap (Labirent Yolculukları, 1991, güncel not) için derlerken dikkatimi çeken, biraz da komiğime giden şeylerden birisi, bir sürü makalede, iki cümlenin birinde ‘serotonin’ sözcüğünün geçmesiydi. Neredeyse ‘serotonine takmış’ dedirtecek denli bir yoğunluk…
Ancak aynı dönemdeki psikiyatri araştırmalarına baktığımda da önemli bir bölümünde serotonine ‘takılmış’ olduğunu gördüm. Rahatlatıcı. Üstelik psikiyatrideki atmosferin ve evrimin, bilimin genelindeki gelişme çizgisinden çok farklı olmadığını gösteren bir durum.
Belirli dönemlerde, bir olayı açıklamaya yönelik hipotezler arasından bir veya birkaç tanesi egemen (Thomas Kuhn’un terminolojisiyle) paradigmaolarak o dünyada yerini alır. Paradigmaya aykırı olan, onunla ters düşen görüşleri araştırmaya yönelen ya da tümüyle başka bir çizgide ilerleyen çalışmalar yeterince iltifat almazlar. Paradigma ile uyumlu, bağlantılı çalışmalar ise bir çeşit ‘‘varolan düzen pekiştiricisi” muamelesi görerek, bağlılıklarının ödülünü alırlar. Bu ödül, yayının saygın bir dergiye kabulünden tutun araştırmanıza parasal desteğe kadar uzanabilir.
Belki de, mevcut paradigmanın ortadan kalkması ve yerine konabilecek yeterli iç tutarlıktan yoksun başka bir hipotezin bulunmaması, kaotik sonuçları nedeniyle ürkütücü bir durum sayılabilir. Gerçekleri ve verileri, paradigmayla uyumlu olduğu ölçüde görmek veya paradigmaya uydurmak, ‘mevcut paradigmatik düzen’in devamı için bir koşul haline gelebilir.
Serotonin’le ilgili yazıları okurken bir çeşit şerh koymak lazım. Son yıllarda ruhsal bozukluklar ile beyindeki transmiter sistemleri arasındaki ilişkilerin araştırılmasında en çok üstünde durulan, hakkında en çok çalışma üretilen, galiba, serotonin, Depresyon ve benzeri hastalıkların açıklanmasında geçerli olan amin (amin değil) paradigmasının bir parçası gibi düşünülebilir. Her taşın altından serotonin çıkması ve her taşın altında serotonin aranması Kuhn’un bilimsel gelişim modelinin kanıtlarını mı oluşturuyor ?
Cevabını bilemiyorum. Bu konuda yazılmış olan ‘Psikofarmakolojik Devrimlerin Yapısı’ (Healy, 1987) adlı makaleye bakılırsa, şu andaki farmakolojik teoriler hiçbir şeyi yeterince açıklayamadıkları gibi, kendi özgün dillerini geliştiremediklerinden dolayı psikanalitik iktidarın, farmakolojik cuntaya devrolunmasından başka bir yenilik de yok.
Healy gibi daha ince eleyip, sık dokuyanlarda bile bir ümitsizlik olmadığını özellikle vurgulamak isterim. Kuhn’un paradigma teorisinin açık bıraktığı iyimserlik kapıları bolca. Paradigmanın yerini başka, daha açıklayıcı, daha kapsayıcı bir paradigmaya bırakması şeklindeki ‘normal’ geçişler yanısıra ‘reformist’ değişiklikler de söz konusu.
Bu değişikliklerin sıklıkla alanın yenilerinden kaynaklandığını öne süren Healy’ye göre, gençlik, ‘cahillik’ gibi düzenle yeterince bütünleşmeme nedenleri yenileri kılıyor. Bir diğer değişim kaynağı ise paradigma içerisinde ama, geri planda yer alan (‘ezilen’) disiplinler. Healy psikopatolojiyi bu kapsamda görüyor. Psikopatoloji ile kastedilen ruhsal bozuklukların tanımlarını, belirtilerini, birbiriyle benzerlik ve ayrımlarını ortaya koyan veya tarif eden bir disiplin.
Araştırmalardaki serotonin bolluğundan kalkarak geldiğimiz bu “farmakopolitik” noktada kafalar karışmış olabilir. Serotonin’e güvenimizin sarsılmasına gerek yok. Bakın güven ya da inanç gibi ‘laboratuvar dışı’ kelimeler kullanıyorum. Ama bilim dünyasından gelen her haberi bir ‘mutlak doğru’ olarak kabul etmemek gerekliliği dışında bir sonuç çıkaramıyorum. Serotonine karşı ihtiyatı elden bırakmadan, pür dikkat, gözler açık izlemekten başka yol yok Şöyle ya da böyle, bilimsel sarmalda ilerliyoruz. Şu ara gözdemiz serotonin. Bize de bir sürü şey anlattı, beynimize ve davranışlarımıza dair. (1989)