Bazen, kendimizi tehlikede hissederek, tehlike olmadığı halde, duygularımızla hareket ederiz. Beynimizin “kaybedeceğin hiçbir şey yok, artık dibe vurdun” dediği koşullarda, alarm sistemini susturup, ortada ne kadar risk varsa alır, tehlikenin kucağına atlayabiliriz…
Beynimiz bizi hayatta tutmaya dönük en temel organımızdır. Bu işlevini gerçekleştirirken, çevrede olan bitenlerin oluşturduğu, hayatta kalmamızı etkileyebilecek tehlikeleri hesaba dökerek, davranışlarımızı yönetir. Risk, tehlikenin gerçekleşmesi olasılığına yönelik yaptığımız hesabın bir sonucudur. Paranın riskinin faiz olarak birimlendirilmesi gibi, hayatın davranışsal ve düşünsel düzeydeki riski korkudur. Risk algımızın belirlediği risk endeksinin yükselmesi ve alçalması, korkunun artması ve azalması, davranışlarımız ve kararlarımız üzerindeki en etkili değişkenlerden birisidir diyebilirim.
Riskin iki ana unsuru var: Birisi tehlikenin kendisi, diğeri ise saldığı korku. Risk algısının döneme ve kişiye göre değişmesini belirleyen, tehlikenin kendisinden ziyade, saldığı korkudur. Tehlike çok yakın hissediliyorsa, korkutuculuğuna bağlı olarak, risk algımız kolayca harekete geçiverir. Tehlikenin, gerçekleştiğinde, korkunç sonuçlara yol açabilirliği de, risk algısını tırmandırabilir. Riskin kaynağını kontrol edilebilir buluyorsak, bir şeyler yapabiliriz diye düşünüyorsak, daha atılgan hareket edebiliriz. Yakın gelecekte, sonuçları korkunç olan ve bir şekilde kontrol edilebilir gözüken tehlikeler, risklilik listesinde diğer tehlikelerin önüne geçiverirler.
Gerçek tehlike hangisi? Sahici bir hesap yaptığımızda, bir kişinin örneğin bir terör saldırısında hayat kaybetme olasılığı, sigaraya ya da yetersiz aşılamaya bağlı bir hastalıktan ölme olasılığına göre çok daha düşüktür. Ama, teröre bağlı ölüm çok daha korkunç, acı ve dehşet verici olacağından, ürkütücülükte ve risklilikte öne geçer. Sigaradan ölmek de on yıllarca sürdüğüne göre (!), hemen şimdi olmayacak bir tehlike olarak, tehlikenin kendisi büyük de olsa, algılanan risk katsayısı aşağılara düşüverir. Terörü kontrol etmenin, sigarayı bırakmaktan ya da “doğal” hastalıkları önlemekten daha kolaymış, en azından daha bir kontrolumuzdaymış gibi algılandığını da hatırlayın. Riske dayalı önceliğin nereye verileceğini tahmin edebilirsiniz.
Harrison Ford’lu “Clear and Present Danger” filminin tanıttığı “varlığınıza yönelik tehdit” kavramının, Irak işgalinde olduğu gibi aslında hiç olmayan kimyasal silahlardan kaynaklanmasına benzeyen örnekler, risk (en tehlikeli sandığımız) ile tehlikenin (tehlikeli olan) aynı şey olmayabileceğini hatırlatıyor.
Bilmek yetmez. Bir davranışın yanlış ya da tehlikeli olduğunu bilmek, davranışı değiştirmeye yetmez. Okurlarımız arasında kilo vermeye çalışanlar, ya da kilo vermeyi arzu eden, ama çoktan vazgeçmiş olanlar en iyi bilir. Tam doktor tavsiyelerinin karşıtı bir yiyeceği (bir tepsi baklava, bir tepsi börek, daha sayayım mı?) sağlıklı beslenme açısından yanlış olduğunu bile bile yer miyiz? Yeriz. Peki neden? Çok sevdiğimiz için…Sevdiğinizde, hislerinizin etkisi altında olduğunuzda, reflekslerinizle hareket etmekten başka yolunuz yoktur.
“Hislerime yenildim”, “Kendimi tutamadım” ya da “Valla, içimden öyle geldi” dediğimiz her durumda, ya çok seviyoruzdur… Ya da, belki de, çok korkuyoruzdur. İki durum da duyguların en yoğun olduğu anları simgeler.
Risk ne zaman alınır?
Bu sorunun cevabı insanın beyninin çalışma tarzında bulunabilir. Nasıl oluyor da bazı durumlarda insanlar olmadık kararlar verebiliyorlar? Çok iyi giden işler nasıl bir anda bozulabiliyor? “İş hayatı”ndan pek anlamam ama insanlar davranışlarının, mizaçlarının ve özelliklerinin, “iş hayatı” dünyasınının “nesnel” kurallarına göre oluşan kararlardan daha fazla etkili olduğuna inanlardanım.
İş hayatını insanlar yürütür. İnsanların zihinleri; “beyin yapıları”, “içinde yetiştikleri aile ortamı”, “toplumsal kültür” ve “aldıkları eğitim” başlıklarıyla şekillenir. Bu maddelere, “başlarına gelen değişik olaylar”ı ekleyebiliriz. İnsan beyninde karar mekanizmalarından sorumlu üç ana alan bulunur; risk saptama alanı (anterior cingulate korteks) ACC, alışkanlıklarımız ve dürtülerimize dayalı düşünmeksizin yaptığımız hareketler alanı (bazal ganglionlar) BG ve yukarıda saydığımız iki bölüm arasında dengeyi sağlayan PFC (prefrontal korteks) alanı bulunur. Beynimizin, nerede hızlı ya da yavaş, nerede riskten kaçar, nerede riske-koşar işleyeceğini belirleyen PFC bir üst sistem görevi görür.Beynin ön bölgesindeki bu denetleyici ve düzen kurucu üst sisteme, popüler bir kelimeyi ödünç alarak, “beyindeki CEO” diyebilirim.
Beynin CEO’su eğitilebilir. Eğitimle gelişen beynimizin PFC alanıdır, CEO’sudur. Tehlike ve risk saptayan bölge ACC ise genetik kodun etkisinin belirgin olduğu bir sistemdir. Kimimizde fazla, kimimizde az aktiftir. Korku ve tehlike algısı ACCsi az aktif olanlarda zayıf, çok aktif olanlarda ise yanlış alarmlar verdirecek kadar hassastır. Eğitim ve çevresel koşullar bu yapıyı pek değiştirmez. Ancak, eğitim bu yapıdan gelen sinyalleri yorumlayışımızı ve yönetiş tarzımızı etkiler ve değiştirebilir.
Kaybedecek şey var mı? Çevresel koşullar riske ilişkin davranışımızı etkileyebilir. Risk algısı zayıf olanlar genellikle daha fazla risk alabilir. Ama tehlikeye duyarlı, temkinli, risk almaz olanlarımız bile zaman zaman riske koşabilirler. Duygular hareketlerimizi teslim alabilir mi? Bazen, kendimizi tehlikede hissederek, tehlike olmadığı halde, duygularımızla hareket ederiz. Beynimizin “kaybedeceğin hiçbir şey yok, artık dibe vurdun” dediği koşullarda, alarm sistemini susturup, ortada ne kadar risk varsa alır, tehlikenin kucağına atlayabiliriz.
Reflekslerin sahibi. Belirsizlik ve riskin arttığı durumlarda, tehlike hissine kapıldığımızda, sevdiğimizde ve (sevdiğimizi kaybetmekten) korktuğumuzda, duygularımızın bildiğini okumasını önlemek için, gerçek riskleri hesap edebilmek için beyindeki CEO’nun (prefrontal alan) ihtiyaç duyarız. Zira, risk algısı arttığında, duygular otomatik davranışları tetikleyiverir. Beyindeki CEO, yorgun ve aksıyorsa, tehlike sinyali yanlışlıkla çalsa bile, düşüncelerin hızı, duygu ve eylemlerin hızına yetişemeyecektir. O zaman, çok da istemediğimiz bir çok davranışı yapmak kaçınılmaz olabilir. Refleksler sahipsiz kalır
Acele etmeyin. Bu üçlü sistemin şaşırmaması için belki de tek çıkar yol, acele etmemek. Hızla, telaşla hareket ettiğimizde, talamus bölgesindeki acil durum hatlarını daha çok çalıştırıyoruz: O zaman, herkesin gittiği yöne doğru saldırmaktan başka bir yol kalmıyor. Aklıselimin kaynağı sayılabilecek sistemlerin riski (şu meşhur beyindeki CEO, prefrontal alan) devreye sokulabilmesi için, “dolduruşa” gelmemek lazım.
Dengeli iyimserlik. Risk algısı zayıflayıp, riski değişen ölçülerde azımsama, ortalamadan daha düşük görme yanımız ağır basıyorsa, tavrımız iyimser olarak adlandırılır. İyimserlik beden ve ruh sağlığını koruyucudur. İyimserlik hayatın bir sonu olduğu gerçeğini, bir başka deyişle ölüm düşüncesini, risklerin en büyüğünü zihnimizde arka plana atabilmemizi sağlar, geleceğin hiç bitmeyeceğini düşündürür. Hayata asılmamızı sağlar. Ancak umursamazlık ve iyimserlik arasındaki çizgiyi iyi çekmek lazım.Tehlikenin yok sayılmasına varan iyimserliğe umursamazlık diyebiliriz. Bu noktada, tahripkârlığı kötümserlikle kıyaslanamaz boyuta ulaşır. İş dünyasında, kötümserliğin timsali gamlı baykuşlara da ihtiyacımız vardır; çünkü onlar bazen, genellikle gerçeğin sesi de olurlar. Kötümserlere kulak vermeliyiz. Kötümserlere kulak veren iyimserler, başarıya ve doğru karara daha yakın durur.