Bitmeyen Tartışma: Psikiyatrinin Yeri

*Yankı Yazgan’ın 1980’lerde yazdıklarından kalanlarını ve güncel eklemeleri Yaşantıların Psikolojisi ve Biyolojisi, (RK, 2016)’de bulabilirsiniz.

Sonraki sayfalarda okuyacağınız yazılar, büyük ölçüde çeşitli kişilerle yapılmış görüşmeler üzerine kuruldular. Yazıların ortak noktasını, psikiyatrinin günümüzdeki yerini tanımlama çabası oluşturuyor. Görüşlerine yer verdiğim kişilerden George Winokur ve Samuel Guze, ABD’de biyolojik psikiyatri akımının önde gelen isimleri. Günümüzdeki Amerikan psikiyatrisinde egemen olan tıbbi eğilimin yılmaz savunucuları olarak bilinen Guze ve Winokur’un düşünceleri, psikiyatri içinde ve dışındaki önemli bir çoğunluğunkileri temsil ediyor sayılabilir. Robert Kraus ise, onlar gibi bir akımın bayraktarı olmaktan çok, ABD’deki akademik psikiyatri çevrelerinin bir üyesi, bir üniversitenin psikiyatri bölümü başkanı olarak görüşleriyle yer alıyor. Toksöz B. Karasu’nun görüşleri ise, birkaç yönden önemli… Çok yönlü çalışma tarzı ve psikiyatri hiyerarşisindeki konumu ile düşünen adam işlevinde olan Karasu, belli bir yönelime angaje olmamışlığının verdiği esneklikle, bize daha kuşbakışı ve ileri dönük bir tablo çiziyor.

Psikiyatride On Yıl: Yeniden Tıbbileşme

Tarihi incelerken ya da bir insanın öyküsünü anlatırken, 0’lı ya da 5’li yıllarına göre mi böleriz anlatımımızı? Bazen… Ama ‘kilometre taşları’ gibi bir sözcükle ifade edilen çeşitli dönemeçler, öyküleri ya da tarihi dönemlere ayırır. Bu dönemeçler kimi zaman çok keyfi gibi gözükse de, öncesi ve sonrasında önemli farklılıklar var olur. ’80’li yılların pisikiyatrisinin ‘öyküsü’nü yazmak da, bu çelişkileri otomatik olarak taşıyor.

Çünkü ’80’lerdeki değişim olarak tanımlayacağımız olayların başlangıçları, hatta filizlenmeleri bile seksenlerde olmadı. Bazı şeyleri anlayabilmemiz için kategorik olmak zorunda kalıyoruz, bu yüzden 80’leri de, psikiyatride varolduğunu varsaydığımız sarkacın en belirgin yükselme noktasına göre tarif edecek ve bazı ayrıntıları ayrıntı olarak bırakacağım.

Psikiyatride son on yıl dendiğinde ilk akla gelen, bir meslek dalı ve bir alan olarak psikiyatrinin tıp saflarına geri dönüşü oluyor. “Remedikalizasyon” veya yeniden tıbbileşme adı verilen bu geri dönüş eylemi, büyük ölçüde başarıyla sürüyor. Rol oynayan etkenlerin, çeşitliliği şaşırtıcı, ancak bütün etkenler de birbiriyle iç içe dokunmuşçasına girift.

Açıkçası, yeniden tıbbileşmenin üstüne inşa edildiği zemini beyin biyolojisiyle ilgili araştırmalar ve tıp teknolojisideki müthiş atılımlar oluşturuyor. Dünya bilim “piyasasını” belirleyen ABD’de, yetmişli yılların ortalarında yükselmeye başlayan biyolojik psikiyatri eğiliminin, politik ve ekonomik yanlarına değinmemek mümkün değil.

Zira, yapılan araştırmaların maliyeti olan milyonlarca doların genellikle devlet tarafından desteklendiği bu sektörde, söz konusu olan “ruhsal hastalık” öyle diğer hastalıklara benzemiyor. Özellikle psikososyal etkenlerin çok hesaba katıldığı, hastalığın içersinde ortaya çıktığı politikekonomik sistemle bağlantılarının daha net görülebildiği bu kategori, muhafazakâr Amerikan yönetimlerine pek sevimli gözükmüyor.

Sistemin falsolarının varsayım düzeyinde de olsa, konu edilebildiği ruhsal hastalıkların politik kimliğinin, tarafsız bir görünüme bürünebilmesi için en kolay yol “biyolojik” olmaktan geçti.

Göreli olarak hala az olmakla birlikte, tarafsız görünümlü biyolojik araştırmalar, ABD mali kaynaklarını geçmişe göre daha fazla çekti. Ondokuzuncu yüzyıl sonlarında esen, her ruhsal patolojiye doku düzeyinde bir patoloji eşleştirme rüzgarı, artık daha ‘komplike” esmeye başladı. Ortaya esaslı sonuçlar çıktı.

Psikiyatrinin en problemli, tedaviye dirençli hastalıklarından biri olan şizofrenin genetik yanı, hep üstünde durulan ama kesin biçimde ortaya konamayan bir özelliği. Önceki onyıllardan kalma virüs teorisi ile bağdaştırılarak, daha net biçimde ortaya getirilen gen ve kromozom anomalileri özellikle 5. kromozoma yöneldi. Yine şizofreniyi sadece dopamin (bir kimyasal iletici) sistemindeki bozulmalarla açıklayan yaklaşımlar fazla basit kalırken, araştırmalar çok daha ‘ayrıntısal’ sayılan peptid ve enzimlere ulaştı.

Diğer yanda, temel bilim araştırmaları ile klinik araştırmaların birbirini mükemmel bir şekilde tamamladığı bir alan Alzheimer hastalığı oldu. Bir tür bunama olan Alzheimer hastalığında, beyin dokusunda çeşitli değişmeler olduğu, yüzyıl başından beri bilinegelmekte.

Son yıllarda, önce öğrenme ve belleğin asetilkolin (bir diğer kimyasal iletici) sistemiyle yakın ilişkisi keşfedildi. Ardından, yeni görüntüleme tekniklerinin yardımıyla Alzheimer’i olan hastalarda, asetilkolin sisteminin bellekle ilgili işlevlerde yetersizliği saptandı. Diğer bir grup, asetilkoline benzer maddeleri tedavi amaçlı olarak Alzheimer’li hastalarda kullandı. Genetik araştırmacılar ise Alzheimer için kromozomal odak ararken, Mongolizm’deki koromozom arızasına benzer şeyler bulduklarını bildirdiler.

Benzer bir araya gelişlerden biri de, obsesif kompülsif bozukluk için sözkonusu. İstenmeyen, rahatsız edici, ancak alıkonamayan düşünce ve davranış ritüellerinden oluşan bu hastalığın tedavisinde, bazı ilaçlar ve davranışçı psikoteripi, Avrupa’da uzun süredir uygulanmaktaydı. Bu ilaçlardan biriyle ilgili olarak ABD’de sürdürülen araştırmaların sonuçlarının 1989’da ardı ardına yayımlanmaya başlanması, ilgileri obsesif kompülsif bozukluğa yöneltti.

İlaç araştırmalarının yanısıra, manyetik rezonans ve bilgisayarlı tomografiyle yapılan çalışmalar, hastaların beyinlerinin istemsiz hareketlerinden sorumlu ‘bazal ganglia’ bölgesinde yapısal değişiklikler saptadı. İlaç artaştırmaları sırasında reseptörlerin (ilacın bağlandığı doku parçacığı) ve değişmelerinin görüntülenmesi, obsesif kompülsif bozuklukda etkili kimyasal sistem olarak serotonin sistemini ortaya çıkardı.

Depresyon ile ilgili hastalıkların biyolojisini araştıran bir grup bilgin, yüzyıllardır varlığı hissedilen ışık, mevsim ve ruh durumu ilişkisine yöneldiler. Bazı depresyonlarda ışık tedavisi, ilaçsız biyolojik tedavilerde değişik bir yol açtı.

Araştırmacıların çok yoğunlaştığı bir diğer alan ise panik nöbeti adı verilen ani, sınırlı süreli ve şiddetli anksiyete nöbetleri oldu. Laboratuvar ortamında oluşturulabilen panik nöbetleri, gerek biyokimyasal yöntemlerle gerekse beynin fonksiyonel görüntülenmesiyle daha ayrıntılı incelenebildi.

Psikiyatrinin 80’ lerde geçirdiği değişiklikleri, yapılan keşif ve buluşları, yenilikleri bu sütunlara sıkıştırmak, bir sürüsünü ihmal etmek pahasına mümkün olabiliyor. Ama, 80’ lere damgasını vuran yeniden tıbbileşmenin ondokuzuncu yüzyıl sonu tıbbileşmeden önemli farkları olduğunu belirtmeyi ihmal etmek bir ‘hata olur’.

Zira,  günümüz psikiyatrisindeki ana eğilim, insanı indirgemeci yapacak denli çarpıcı gelişmelere sahne olan nörobiyolojiyi farklı biçimde algılıyor. Bu farklılık, belki de, yüzyıl başından bu yana insanı kavrayışımıza katkıda bulunmuş olan Freud’la başlayan psikodinamik düşünceden kaynak alıyor. Nörobiyoloji, bireysel varoluşla ve bireysel varoluşun çevre ile etkileşimi içerisinde bir anlam ve etkinlik kazanıyor. 80’lerde biyoloji yönüne savrulan sarkaç, kolay kolay öbür yöne savrulmaz gözükse de, sadece sinapslardan, nörotransmiterlerden ve beyin bölgelerinden oluşan bir insan görüntüsüyle yetinilmeyecektir.

(1989)

‘Psikiyatri Tıbbın Bir Uzmanlık Dalıdır”

‘Bakırköy Günleri’nin konuklarından George Winokur’u en iyi tanıtan sözleri Dr. Oğuz Arkanç sunuş konuşmasında söylemişti: “ Psikiyatriyi tıbbın bir uzmanlık dalı, psikiyatristi de o dalda çalışan uzman kişi” olarak tanımlayan bir görüşün bayraktarıydı. Aynı sözlerin, konuklardan bir diğeri olan Samuel Guze için de geçerli olması pek rastlantıya benzemiyor. Guze ve Winokur sadece aynı yolun yolcusu olmaktan öte, yola birlikte çıkan ve gidecekleri güzergahı kendileri belirleyen kişiler.

Çıktıkları yola kimileri ‘biyolojik psikiyatri’ diyor, kimileri psikiyatrinin yeniden bir tıp dalı haline döndürülmesi anlamına ‘remedikalizasyon’ diyor. Ancak net olan bir şey var; bugün gelmiş oldukları noktada ‘karşı takım’ı, psikianalistleri oturdukları iktidar koltuklarından indirmiş vaziyetteler. “1950’li yıllarda ya da 60’ların başında Amerika’daki psikiyatri dergileri yazılarımızı, araştırmalarımızı yayımlamıyordu. Bunun nedeni bizim biyolojik eğilimimizin üniversitelerin ve dergilerin başındaki psikianalistlerce görmezden gelinmesiydi. Ne yapıyorduk?  Biyolojik psikiyatri konusunda bir önyargısı olmayan İngiliz psikiyatri dergilerine yazılarımızı yolluyorduk” Winokur 25-30 yıl öncesini böyle anlatıyor. Peki, ama bugün Amerikan dergilerini %95’i psikiyatrinin biyolojik yanıyla ilgili, bu değişim neye bağlı? Gerçekten tıbbileştik, demek isterdim. Ama psikanalistler bir değişim gösteriyorlarsa, bu politiktir. Biz haklıydık, ama şimdi değişenlerin bunu gördüklerini ya da umursadıklarını düşünmüyorum. Sadece politika icabı böyle gibi gözüken çok kişi var”. Guze söze katılıyor. “50’lerin sonuna doğru son derece etkili tedavilerle ruhsal bozukluklar için bir şeyler yapılabileceğini göstermiş olduk. Klorpromazin’in, imipramin’in keşfi çok şey değiştirdi. Şizofren evladı için bir şeyleri mümkün olduğunu gören bir annenin bu yolları denemek için hekimi zorlamasından doğal ne vardı ki? Ama biyolojik eğilimli psikiyatristlere yöneltilen eleştiriler de burada başlıyordu. Bireyin ruhsal bozukluğunu, o bireyden soyut başlıbaşına bir ‘hastalık’ olarak görüyorlar, adeta bir ‘beyin dahiliyecesi’ gibi davranıyorlardı.

Bunda ne gibi bir sakınca var? Guze’nin ilk tepkisi bu oluyor. “Hastayla konuşmayan, bir sürü lobaratuvar incelemesi isteyip, ilaçları yazıp gönderen bir hekim olmak pek benimsenecek bir durum değil. Ancak dahiliyeci benzetmesinde benimsediğim yan şu: Kesinlik ve netlik veriyorsa, elli çeşit tetkik yazalım. Winokur ise konuşmayı ve hasta / hastalık ayrımını vurgulamama karşılık çok net bir görüş ifade etti: “Bizim için hastayı bir hastalık olarak görüyorlar, hastaya gerekli ilgiyi göstermiyorlar gibi şeyler söylenir. Biz hastaya herkesin gösterdiğinden ne az, ne de fazla ilgi gösteririz. Hastayla daha fazla ilgilenmenin adı hümanizm, o ise tamamen başka bir konu”.

Gerek Winokur, gerekse Guze geleneksel hekim tutumunun psikiyatrist için zorunlu oldğunu bir kez daha vurguluyorlar. Çok kesin bir tarzda. Ancak geleneksel hekim tutumundaki konuşma ve açıklama yapma oranının yüksekliğini, hekimin hastaya ayırabildiği zamanın çokluğunu (ABD gibi ülkelerde) hatırlatmak iyi olur.

Psikanalitik eğilimli psikiyatristlerin, en azından görünürdeki çizgi değşikliklerini değerlendirirken Guze, “Kaybedilmiş bir savaş. Bu işi, pek çok kişi daha hesaplı yapıyor ABD’de. İşin ekonomik yanı böyle” diyor. “Ayrıca söylediklerinde görünürde, bir sürü değişiklik var. Ama yirmi beş yıl önce de böyleydi. Güzel şeyler anlatıyorlar, ama hiçbir kanıt yok”. Winokur’a göre psikoterapi için söyleyenler, önerilenler hakkında bir kanıt bulmak mümkün değil. “Çünkü sınanabilir, tekrarlanabilir hipotezleri yok. Kontrol grupları olamaz” Winokur ve Guze, psikoterapinin ruh hastalıklarında tedavi edici etkinliği konusunda çok iyimser gözükmüyor. Başka tedavilerin etkinliği hakkında kesin konuşmak mümkün mü acaba? ‘Şu anda beyin hakkındaki bilgilerimiz çok sınırlı. Tıbbın diğer dallarıyla kıyasladığımızda, beynin anormal fizyolojisi, anatomisi, farmakolojisi hakkında bildiklerimiz çok az”

Guze, psikiyatrinin geleceğinin ‘araştırma’ olduğunu vurguluyor. Psikiyatri alanına yön veren teorilerin, temellerinin sağlamlığını tartışıyoruz. “Geniş bir tabana yayılmış, çok hedefli bir araştırma furyası psikiyatrinin yolunu açacak” Klasik tıpla benzetmeler kuruyoruz. Dahiliyenin teorik birikimi uzun bir zaman dilimi boyunca gözlenen belirtiler, muayene ile elde edilen bulgulara dayandırılmış. Ne zaman ki bu belirti ve bulgulara tek karşılık gelen anatomik, fizyolojik, biyokimyasal değişiklikler ortaya konmuş; o zaman genel tıp kendi teorik tarihi içerisindeki “epistemolojik kopuş’u yaşamış. Psikiyatri ‘remedikalize’ olacaksa, bu ‘medikal’ çizgiyi izlemek zorunda. Ama  “remedikalize” olması zorunlu mu? Guze ve Winokur’un çizdiği tablo bunu doğal bir zorunluluk, bilginin gelişiminin kaçınılmaz bir sonucu olarak görüyor. Hekimin hastadan uzaklaşması ve kopması bir problem, ama (Guze ve Winokur’a göre) sadece psikiyatriye özgü değil.

(1990)

Kentucky’den Türkiye’ye ve Psikiyatriye Bakış

“ Kitaplığınızın raflarına şöyle bir göz attığımda, Lexington’daki bizim tıp kitaplığından pek farklı şeyler bulunmadığını gördüm. Hastalık tanılarında, tedavi yöntemlerinde, bakış açılarında belki %90-95’e varan tıpkılıklar var”, diyerek sözlerine başladı Prof. Robert Kraus. Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Bölümü’nün konuğuydu ve konuşmanın başlığı “Kültür ve Kişilik” olarak konmuştu. Dr. Kraus, Kentucky Üniversitesi Psikiyatri Bölümü Başkanı olmaktan öte bir sıfatla konuşuyordu. Hem antropoloji, hem psikiyatri ile uğraşan, kültürel ve transkültürel çalışmalarıyla bilinen bir kişiydi. Ömrünün yedi yılını Eskimolar arasında, birkaç yılını Kızılderililerle geçirmişti.

Hastalıkların farklı toplumlarda nasıl algılandığına, yaşandığına ve ele alındığına bakan, sosyal ve kültürel etkenlere ağırlık veren kültürel yaklaşımın psikiyatri için ayrı bir önemi var. Psikiyatri, tanımlamalarını davranış düzeyinde yapan ve terminolojisine biyomedikal kavramları çekincesizce yerleştirememiş bir tıp dalı olarak, sosyal ve kültürel etkenlerle diğer tıp dallarından daha fazla içi içe.

Dr. Kraus, antropolojiyi, kısaca “yeni koşullara uyum ve yaşamı sürdürebilmek için kuşaktan kuşağa aktarılan kültürel davranışları inceleyen” yanıyla benimsediğini söylüyor. Psikiyatrist yanını, daha doğrusu doktor yanını, antropolojiyle bağdaştırmakta beklenenlerin aksine çok zorlanmamış. “Bugün, Amerikan psikiyatrisinde biyomedikal model hızla egemenlik kazanıyor. Yeni teknolojik gelişmelerin kaçınılmaz bir sonucu. Ama biyolojik indirgemeciliğe düşmezseniz, psikolojik ve sosyal etkenlerle biyolojik buluşlar arasındaki çakışma noktalarını bulmanız mümkün’. “Kültürel oluşumlar üstünde, çevre koşullarının ne denli etkili olduğuna dikkat çekiyor. Örneğin, giysiler. Bir Eskimo ile bir Türk arasında çevreye uyum sürecinde daha giysi düzeyinde başlayan bir farklılık var. Diğer yandan, aynı çevre koşulları bireylerin biyolojileri üstünde de kuşaktan kuşağa aktarılan değişikliklere yol açıyor. Hatta, öylesine değişiklikler ki, bir topluluk üyeleri bir enzim tipinden yoksun oldukları için bazı ilaçlardan yararlanamıyorlar. Bu enzim yoksunluğunu, o topluluğun içinde yaşadığı çevre ve oluşan kültürle etkileşiminin bir parçası olarak görmek mümkün.

“Aslında, ayrı olduğumuz yanlardan çok, benzerlikler var aramızda. Psikiyatri ve genelde tıp benzerlikleri, ortaklıkları temel olmakla birlikte, ayrılıkları da göz önüne aldığı ölçüde etkin…” Kültürler arasında benzerlikler pek çok; bu “aynılık, tıpkılık” düzeyine varabiliyor. O zaman, genellenebilecek bir ayrım noktası yok mu? Kültür ve alt kültür bolluğunu meşru kılabilecek bir şeyler… “Dil. Bir kültürün yapısını en bütüncül olarak yansıtan şey, dildir. Kültürleri birbirinden ayıran da, dildir” Kızı 3-4 yaşındayken Montreal’e yaptıkları bir geziden söz ediyor. “Dönüşte kızıma sordum. “Nasıl, hayatından memnun musun” falan diye. “Montreal’i hiç sevmedim” dedi. Bütün bu yolculuğu onlar için planlamıştık. Bir sürü masraf. “Niye sevmedin ?” Çünkü insanları sevmedim” Biraz sonra kızım ekledi: “Çünkü söylediklerinden hiçbir şey anlamıyorum ve sinir oluyorum” Montreallilerin Fransızca konuşması kıza ayrılığını hissettiren en başlıca şey olmuştu”

Psikiyatriyi kültürle yakından bağlantılı kılan etkenlerden birisi, tanı koyma, (yani süreci hastalık olarak değerlendirilip adını takma) sırasında toplumun alışılmış kurallarının (normlar) ölçüt olarak kullanılmasıdır. Biyomedikal yaklaşımın klinisyenlere çekici gelen yanlarından birisi soyut, kişisel olmayan ve teknik bir yapıda olması. Adeta siyasi bir tarafsızlık içerisindeymiş ve toplumsal kurallardan bağımsızmış gibi bir izlenim uyandırmakla birlikte, biyomedikal yaklaşımın kendisi toplumsal ve kültürel evrimin bir ürünü. Öyle bir ürün ki, hastalıklarla ilgili problemleri denetim altına alabilecek ve bertaraf edebilecek iddiada.

Dr. Kraus, konuşmasının sonraki bölümünde, ruhsal hastalıklara çeşitli psikiyatrik bakış açılarını şizofreni örneği üstünde özetliyor. Genetik, nörokimya, aile, psikodinamik, davranış vs vs patolojileri olarak açıklanan şizofreninin, bütün kültürlere özgü olduğu çok geniş çaplı bir pilot araştırmayla ortaya konmuştu. “Kültüre özgü yanların, biyomedikal yaklaşımda azımsanması bir engel. Madem, hastalıkları hala davranış düzeyinde tanımlıyoruz, bu davranışların içerisinde yer aldıkları toplumsal normlarla uyumuna büyük önem veriyoruz, bari bu kadarla yetinelim. Ama biz, New York’daki Anglo-Sakson kültürel normları her yere uyguladığımız zaman bazı kavramlar anlamsızlaşıyor. Voo-doo (kara büyü) Karayipler’de gündelik hayatın bir parçası, New York City’de paranoid şizofreni belirtisi… Kültürel bakış açısı bu noktada müdahale ediyor”.

Türkiye’de kadın rollerinin hızlı değişiminin psikiyatristlere nasıl yansıdığı konusunda çeşitli görüşler geliyor dinleyicilerden. Dr. Kraus’un gözlemlerine paralel şeyler söyleniyor. Ama bizde her şey bir arada. Yeni roller ve eski rollerin bir arada varlığını sürdürmesinin sonucu belki de.

“Kadınlar, kültürel bakışa sahip psikiyatristler açısından ayrı bir önem taşıyorlar. Pek çok toplumda sayıca azınlıkta olmalarına rağmen toplumun hemen hepsini onlar büyütüyor, yetiştiriyor. Bu müthiş bir şey!” Çeşitli kültürlerdeki çocuk büyütme tarzları bu yüzden dikkat çekiyor. Çocukların büyütülmesinde söz sahibi olanlar ve tarzların çocukları belirlemedeki etkisi araştırılıyor. Türkiye’deki kolej sınavları, annelerin Türk ailesindeki rollerinin güçlülüğü, dinleyici kitlesince dile getiriliyor.

Bir başka gün, Dr. Kraus’la Haliç’i geziyoruz. Elindeki Türkiye el kitabında, fotoğraf çekerken dikkatli olunması, objektifin kadınlara yöneltilmemesi önerilmiş. Bu konuda yabancılara karşı oldukça esnek olunduğunu söylüyorum. Bereket versin problem olmadan önerimi uyguluyor. “Türkiye’deki işsizlik oranı ne kadar?” sorusu bir kahvehane ziyaretini izliyor. Aile yapısının işsizliği nasıl tamponladığını dilim döndüğünce anlatıyorum. Sadece işsizliği değil, yaşlılıkla birlikte gelen sorunları, ağır hastalıkları… Ama ne kadar devam eder bu durum, o belirsiz.

Balat, Fener civarındaki İstanbul’da çok uzun bir süredir var olan, geçmişteki ve günümüzdeki alt-kültürlerin varlığı yakından hissediliyor. Patrikhane’ye komşu Fener Rum evlerinde yaşayan Kuzeydoğu Anadolulu insanlar, Bulgarsız ve demirden Bulgar kilisesi, sokakta her soru sorduğumuz insanın (biraz şaşırtan) yakın ilgisi, Dr. Kraus’un kültürel bakışçı yanını kurcalıyor. Sahibi namaza gitmiş manav dükkanının meyvelerinin neden çalınmadığıyla başlayan bir konuşma sonucunda, İstanbul’a benzer kozmopolitliklikteki Chicago ya da New York’a göre suç oranları arasındaki farklılığa geliyoruz. Türkiye’de “aşk” (namus) cinayetlerinin, soygun amaçlılara göre çok fazla olduğundan, bazen öldüresiye sevdiğimizden söz ediyorum.

Yolumuz Edirnekapı civarından geçiyor. El ele tutuşmuş, bir birinin beline kolunu dolamış, müthiş bir iştahla birbirini öpen erkekler hemen dikkat çekiyor. Hani, şu kimilerine “zonta” filan dedikleri ve biraz küçümseyerek bakılan insanlar. Bazılarını hemen psikanalitik bir yorumdan geçirdikleri ve Türklerdeki eşcinsel eğilimlerin aslında ne denli bol olduğu sonucuna ulaşıverdikleri erkekler arası bedensel yakınlık düşkünlüğü, Dr. Kraus’ta çok başka çağrışımlar uyandırmış. “Belki, bu insanlar erkek kimlikleri hakkında çok az kuşkudalar. O yüzden bu denli rahat davranıyorlar. Yani, eşcinsel eğilimlerle, Batı’dakilere kıyasla, daha tam hesaplaşmış olabilirler.” Neden olmasın?

Dr. Kraus, ‘duvar yazıları’nın kültürün o anki halini iyi yansıttığını söylüyor. Duvarlarda, 80 öncesi politik duvar yazılarından zamana direnmiş olanlar rahatça okunabiliyorlar. “Çöp dökenler” ya da “buraya işeyenler” ile ilgili yazılar, Cim Bom, Fener, BJK veya çeşitli futbolcuların eşcinselliğini ifşa eden duvar yazıları çoğunlukta.

Ben, kültürün göstergelerinden biri olarak mizah dergilerini hatırlatıyorum. Hatta, bu konuda Türklerin ‘bir başka’ olduğunu, milliyetçi sayılmak pahasına söylüyorum. Duvar yazılarında da aynı mizahi eğilim var. Politikanın en sıcak olduğu dönemde, “MHP” duvar yazısını oyalanmadan ortadan kaldırmak için “MARX”a dönüştüren kişinin mizahın dik alasını yaptığını düşünüyorum. Fakat duvar yazıları ve mizahla ilgili şeyleri İngilizceye aktarmak o kadar güç ki… Belki de bu, Dr Kraus’un dili kültürü en iyi yansıtan ve ayırt eden olgu olarak tanımlamasını destekliyor. Duvar yazıları üstadımız Tosun’dan söz etmek, onun Ontario Havaalanı tuvaletine yazdığı ‘Tosun burada da hizmetinizde’ vecizesini aktarmak istiyorum. Olmuyor. Yine de, Dr. Kraus’un bizi anladığını sanıyorum. Daha önce Eskimoları anlamış. Kültürel bakış açısı olan bir psikiyatrist ne de olsa…

(1989)