Kurşun ve civa gibi ağır metallerin zekâ üzerine olumsuz etkilerinin önemi sık sık vurgulanır. Ancak, bu etkileri zeka üzerindeki daha başka sosyal etkilerle kıyasladığınızda, nisbeten küçük kaldıklarını görebilirsiniz. Örneğin, anne-babanın çocukla kurduğu ilişki ve o ilişki içerisinde elde edilenlerin zihinsel gelişimi hızlandırırken, bu yapılamadığında ise, işlerin ters yönde gider. Zihnimiz üzerindeki aptallaştırıcı etkilerin başını neyin çektiğini on kişiye sorsanız onbirinin vereceği cevabın “okullar” olması olasılığı yüksek.
Bilgi’nin nasıl öğrenileceğini hiç öğrenemeden, ama bir sürü şeyi öğrenmiş gibi yaparak bitirilen okullar (klişe deyişle, “eğitim sistemi”), kurşun’un, civa’nın yeterince yapamadığını pek güzel yapageldi. Bu durum, öğretmenlerin ya da anne-babaların iradesinden ziyade, ülkenin genelindeki “yaratıcılık sevmezlik” ve “farklıdan hoşlanmama” eğilimlerinin doğal sonucu oldu. Yazımız okunmaz, lâfımız anlaşılmaz olduğu gibi, bir kitap okumayı konusunu bilmekten ibaret saydık.
Eh, coğrafya bilgimiz şeker fabrikalarının yerlerini ezberden söylemekle ölçülürse, edebiyat, örneğin Kara Kitap, hakkındaki fikrimiz de “çok derin bir kitap” veya “yazarı Safran’a takılıyormuş” gibi anekdotal olmaktan öteye geçemezdi. Çocuğumuz okumayı sevmiyor diye yakınıp, arka kapak özetlerinden kitap hakkında fikir yürütmeye ne buyrulur?
Bunu karamsarlık olsun diye söylemiyorum. Anlattığım dönemde yetişip, bu banalleştirici etkileri çok az yaşayanlar, iyi eğitim ortamlarına “denk gelip” öğrenme keyfini yaşayanlar yok muydu? Pek çok…
Ama, yine aynı eğitim sürecinin ürünü olan kuşaklar, gazete köşelerinde yazdıklarında, “canım, onun belindeki silâh değil de kılıfı”, diyerek saldırganlığı hafifsiyorlar. Havaalanında “silâh teslim masası” diye bir yere ihtiyaç duyacak kadar silâhlı insan sayısına ulaşmış durumdayız. Öğrenmekten, bilgiden zevk alarak yetişmiş kuşakların bu duruma düşmesi mümkün müdür?
Karamsar olanların aklına şöyle bir soru düşebilir: İyi eğitim sistemleri nerede? Ağız birliği etmişcesine, “Amerika!” diye bağırabilirsiniz. Bir başkası da “değil!” diye bağırabilir. Ne tür bir Amerikan malından söz ediyoruz? O mükemmel Amerikan eğitiminden geçenlerin ülkesi silâh taşımayı ve kullanmayı “yurttaşlık hakkı” olarak görmüyor mu?
Şu haftalarda, küçük çocuğu olan anne-babalar çocuklarının hangi ilköğretim okuluna başlayacağını araştırmakla, kuralara girmek, sınav ve elemelere (5 yaşındaki çocuklar için) katılmakla, önkayıt paraları için bankalardan kredi bulmakla meşguller.
Bizim anne-babalarımız ne kadar da rahatmış… Arka sokaktaki ilkokula başlamak, sonra da iki durak ötedeki ortaokula devam edip, babamın, amcamın gittiği liseyi bitirmek gibi bir rutin dışında alternatifleri akıla bile getirecek bir durum yokmuş zira. Okul taksidi filân da yok, tabii ki.
Her ne kadar, benim yaşıtlarım kolej hazırlık (ya da şimdiki LGS) dersanelerinin bile olmadığı bir dönemin çocuklarıysa da, şimdi kendi çocuklarını bırakın kolejlere, ana sınıflarına hazırlık kurslarına gönderecekler neredeyse. Ne yapalım, herkes yapıyor biz de yapıyoruz, açıklamalarını özellikle bu konularda muhalif, ama “realist” davranmak durumunda olan anne-babalardan duyuyorum.
Anne-babalar, “acaba hangi okul daha iyi, hangisi daha iyi yetiştirir”, tartışmalarına boğulduğunuz şu günlerde, arayışınıza ölçüt olarak daha basit bir ilke koyabilirsiniz: Hangi okul ortamında benim çocuğum hırpalanmadan, kendine güven ve saygısını yitirmeden büyüyebilir? Çocuğum neler öğrenir, öğrendiklerini nasıl öğretirler, galiba, ikinci derecede ve teknik bir husus. Çocuğum hakkettiği saygıyı görür mü? Benim mahallenin bir köşesinde, altmış kişilik sınıfta öğretmenimden gördüğüm adam muamelesini, o benim onu sokmaya çalıştığım yerde bulabilir mi? Kimsenin adam yerine konmadığı bir memlekette, çocuğunuzu adam yerine koyacak bir okul bulabilmenizi dilerim.