“Kaybolmuş çocukluk yılları” ya da “tertemiz gençlik seneleri” gibisinden ne anlama geldiği pek anlaşılmasa da, gözlerimizi nemlendirmeye yeten klişeler nasıl olup da bu kadar etkililer? Hele çocukluk yıllarımıza, ya da “nerede o eski bayramlar”a, ya da “hey gidi günler hey”e dönüş fantezilerine ne dersiniz? Geride kalmış, ve bir daha da geri gelmeyecek dönemlere duyduğumuz özlemin kişisel hayatımızın “nostalji”leri dışındaki izdüşümlerini bir çok siyasi akımda görebiliriz.
Toplumsal sınıflar henüz oluşmadan önce özel mülkiyetin bilinmediği ve herkesin ihtiyacı ölçüsünde hayattan payını aldığı ilkel komünal toplum, sosyalistlerin özlem duyduğu ve yeniden canlandırmayı hedefledikleri bir dönemdir.
Besinlerin endüstriyel tarım öncesi dönem yöntemleri ile katkısız üretilmiş sebze ve meyveden, pek pişirilmeksizin hazırlandığı, sentetik hiçbir malzemenin kullanılmadığı superekolojik, kirlenmemiş bir toplum özlemi, ekolojistlerin hayali ve hedefidir.
Dindarlar peygamberlerin yaşadığı dönemin toplumsal koşullarını yeniden yaratmayı, peygamberlerin yaşam tarzlarını “kopyalama”yı hayal eder, bu hayali gerçekleştirmek için çabalarlar. Bu listeyi uzatabiliriz.
Doğaya, eskiye, hayatın başlangıcına dönmek, başlangıcın, eskinin kirlenmemiş, bozulmamış, el değmemiş yapısını özlemek, birbirinden çok farklı (sosyalizm ve dincilik gibi) siyasetleri birleştiren bir nokta olarak gözüküyor. Irkçılık bile, ırkın bozulmasını, başlangıçtaki saflığını yitirmesini durdurma çabasının siyasi bir tezahürü olarak düşünülebilir.
Bu son cümleyi unutsak mı, ırkçılarla aynı tip özlemleri paylaşıyor olmak, aynı yemekleri sevmek ya da aynı otobüslere binmek gibi epeyce bir yakınlık hissi vermekte zira.
Masumiyet. Saf ve temiz, kirlenmemiş ve el değmemiş gibi metaforik kelimelerin çağrıştırdığı bir başka sözcük masumiyettir. Masumiyetin muhafazasını ve yeniden canlandırılmasını amaçlayan akımlara masumiyetçi muhafazakâr diyebilir miyiz? Masumiyetçi muhafazakârlığın birbirine karşıt bir çok siyasetin ortak altyapısı olması, özünde muhafazakâr ruhsal yapımızın her yerde kendisine bir yuva bulabilmesini sağlıyor. İnsan zaten muhafazakârdır gibi boyumdan büyük bir iddia ortaya atmıyorum; ama, hepimiz masumiyetçi muhafazakârız diyebilirim. Masumiyetimizi muhafaza etme gayretimiz, kendi yaşamadığımız dönemlerin, bizden öncesinin sahici ve kirlenmemiş olduğu varsayımıyla beslenir. Muhafaza etmeye çalıştığımız, çoktan kaybolmuş, nerede olduğu bilinmeyen bir masumiyet de olsa…
Hepimiz muhafazakârız. Hepimiz değişimden rahatsızlık duyar, mevcut pozisyonumuzu korumaya çalışırız. Bu durumu koruma çabası, değişime duyduğumuz ilgi ve merak ile zıtlaşarak hayat içinde yeniliklere açıklık ölçümüzü belirler. Beynimizin hemen bütün yapıları, değişimi saptama (hırsız alarmlarındaki hareket algılayıcılar gibi) üzerine kuruludur. Durağanlık ve değişimsizlik dinlendirici ve rahat ettirici gelebilir; beynin fazladan çalışması gerekmez. Durumu muhafaza etmeye çalışırız.
Bir de sıkılmak var. Diğer yandan, sıkılmak gibi insana özgü bir başka mekanizma bu durağanlığın getirdiği uyku halinden uyanmamız için gereken hareket sistemlerini tetikler. Kımıldarız, birkaç adım ilerleriz. Sonra, değişim saptama sistemlerimiz harekete geçirir, bizi yerli yerimize oturtur. İlerlemeler ve duraklamalar arasındaki bu denge ile hayat geçer gider.
Toplumların hayatı, bireylerin ya da devletlerin hayatlarından daha uzun sürer. Masumiyetçi muhazafakârlar, sıkıldıkça ilerler, korktukça duraklar ya da bir adım geri atarlar.“İki adım ileri, bir adım geri” Lenin’in aynı adlı kitabında tanımladığı bir devrimci yöntem olarak, sosyalistlere sınırlı olmayan bir yaygınlık kazandıysa boşuna değil. Toplam 3 adım atıp, net bir adım ileri gitmek masumiyetçi muhafazakârların ilerleme yöntemidir zira…