(Cumhuriyet dergi’de 13 Nisan 2008 yayımlanmış, Ali Deniz Uslu’nun röportaj metni) Dört yaşına gelene kadarki hayatımıza hükmeden korkular, sonrakilerin “giyinmemişi” sayılabilirler. Tehlikenin kucağına atılmamak için elinden geleni yapanların bir kısmı, bildik ve emniyetli saydıklarından ayrılmamak için bir şeylere “takılmayı” dener. Mesela uyku vaktinde, uyumamak için direnen çocuklar, takıntılarını uygulamaya sokarlar. “Hiç yatmasam, n’olur sanki?Yatağımdan kalktığımda, yattığımdaki gibi bir dünyaya kalkabilecek miyim?Hayat bıraktığım yerden devam edecek mi?” Bu soruları açıkça soramayan bir çocuğun, sorusunun “doğru” cevabının ürkütücülüğünü hissettiğini, ama kelimelendiremediğini düşünüyorum. Çocuk açısından güvenliği tehdit eden her şey, anneden onu uzaklaştırabilecek her değişiklik bir takıntılanma sebebi sayılabilir. Felaketlerden kaçmanın en güvenli yolu da güvenli kucaklara sığınmaktır.Daha bebekken aldığımız “ders”ten yararlanmayı sürdürenlerimiz, kucaktan hiç inmemeyi veya kucağa hiç çıkmamayı seçenler olarak ikiye ayrılabilir. İki durumda da senaryo aynı aslında: Korkunun yönettiği bir hayatın öznesi olmak, kaderine pek elleşmeyen birisi olarak kalmak… Obsesif-kompulsif çocukların hayatlarının başka dönemlerinde, o tutuk, takıntılı hallerinden kurtulduklarında, hiperaktifleşmeleri senaryonun öteki rolüne geçmek gibi: Çok kontrolden, hiç kontrole… Korku bize hayatta kalmamız için yol gösteren bir duygu. Tehlikelere işaret ederek, tehlikelerden de korur. Bazen bizim için neyin değerli, neyin değersiz olduğunu gösterir. Korku hayatın çok temel bir parçası… Türkiye toplumunun da çok temel bir duygusu korku: parçalanmaktan, bütünlüğümüzün bozulmasından, bir şeylerin eksilmesinden korkuyoruz. Bazen korkulacak şeylerden korkmayıp, korkulmayacak şeylerden korkuveriyoruz. Bu kafa karışıklığı, korkulacak durumlara yönelik şaşırtmacalarla kötüye de kullanılabilir. Duruma ergenlerin açısından bakarsak, ergenlik hayata hazır, ancak hazırlıksız olunan bir dönem. Bu kolayca “dolduruşa gelmeyi”, işler bekledikleri gibi gitmediğinde de, iyimserliklerini hızla kaybedip kolayca karamsarlığa kapılmalarını doğuruyor. Geleceğin ne kadar uzun sürebileceğini, ne tür olanaklarla dolu olduğunu görmeyi zorlaştırıyor. Birçok çocuk hızla büyümek isterken, bir kısmı da büyümeyi hiç istemiyor.Bu iki arzunun ortak noktası memnuniyetsizlik ve korku. Büyüklerin acizliği ise gencin ümitsizliğini derinleştiriyor. Türkiye’de milyonlarca genç bir başka kente okumaya geldiğinde, ailesinden ve büyüdüğü çevreden ilk kez ayrılıyor. Ayrılığın korkutuculuğunu, geri dönülmezliğini hisseden gencin görünürdeki hevesliliği bizi yanıltmasın. Bazen korkunun en iyi ilacı, atılganlık ya da neye atıldığınızı bilmeksizin, gözünüzü karartıp ilerlemek olabilir. 16-25 yaş arasındaki gençlerin hemen hepsi yeni dönemin yükleri karşısında bir biçimde şaşkınlaşırlar. Yaklaşık yüzde 18’i depresyon tanısı konacak kadar çökkün, bıkkın, yorgun, gergindirler. Yüzde 10’u intiharı ciddi ciddi aklından geçirmiştir. Yüzde 1’i bu eyleme kalkışır, kalkışanların ise 70’te biri hayatlarını sona erdirir. Hepsinin ortak noktası hayatın kendilerine ne getirebileceğine ilişkin umutsuzluk içinde olmaları. Zayıflara kötü muamelenin hak bilinerek reva görüldüğü bir ortamda yetişen gençlerin durumu böyle. Başaramayanların, “yırtamayan”ların, tutunamayanların ve o ölçüde, zorbaların, bitirimlerin, işini bilirlerin sayısı çokçadır ülkemizde. Ruh sağlığımız da başkalarından daha iyi değil, biliyorsunuz. Gençlerin kendi kendilerine bırakıldıkları, aileleri ile, hocaları ile ilişkilerinin uzak ve mesafeli olduğu, birbirlerinden başka kimsenin hayatlarında yer almadığı bir ortamdan ne bugün için ne de gelecek için hiç medet umamayız. Kopukluk, kopuşu hızlandırır.