Kişiliği bozuk ama çok başarılı
Ruh sağlığı alanında çalışan bir psikiyatr ya da psikolog olarak liderlerin kişilik yapısı, davranışları ve siyasi olaylar arasında ilişki kurmaya kalktığımızda epeyce bir zorluk bizi bekler. Pratikteki en büyük zorluk ‘lider’in kim olduğunu tam olarak bilemememiz ise, daha önemlisi ve belirleyici olan lider’in de kim olduğunu bilmek konusunda görüşümüze başvurmamış olmasıdır. Zira mesleğimizin tanı ve tedavi mekanizması (başlıca adli durumlar, tehlike yarattığı düşünülen durumlar ve gerçeklik duygusunun yitip gittiği sorunlar dışında) kişinin kendi isteğiyle yaptığı başvuru üzerine klinisyenin kendi formüllerini oluşturması üzerinden işler.
O zaman, mevcut toplumsal krizleri sadece bireylerin, hele topluma liderlik eden kişilerin, davranışları ya da bunlara kaynaklık eden kişilikleri üzerinden açıklamaya kalkmak ne ölçüde bilimseldir ? Kaldı ki, siyasi krizlerin (ya da iş ve toplumun diğer alanlarındaki yönetimsel krizlerin) yöneticilerin kişilik yapılarındaki zaaflarla veya problemlerden ziyade siyaset ve ekonominin bireylerin iradesinden bağımsız dinamikleri olduğu gerçeği ile açıklanması çoğumuza daha doğru gelebilir.
Yine de, kişilik ya da kişiliğin çevreyle ilişkiler içerisindeki davranış biçiminde kendini gösteren yüzü hepimizin, amatör ya da profesyonel ayırt etmeden hepimizin ilgisini çektiğinden ötürü, bir takım bağlantılar kurmaktan kendimizi alamayız. Bu heves sadece siyasi liderlerle sınırlı kalmaz, öğretmenlerimizden apartman yöneticilerine herkese ilişkin bir ‘tanı’ üretir, davranışlarını bir psikopatolojiyle bağlantılandırırız. Kişilik bozukluğu tanıları ise en popüler olanıdır ; ‘hem hasta, hem de hasta gibi değil’ bir durumu tanımlayabilmek için uygun bir araçtır. Özellikle hepimizde görülebilecek tipten tek tek ‘anormal’ davranışlardan oluşma bir liste elimizdeyse (‘kalpsizmiş, empatisi hiç yokmuş, en yakınlarını bile gözünü kırpmaksızın idama yollamış’), bir de çocukluk dönemine ait bir zorlayıcı yaşam olayı bulduysak (‘babası onu çok dövermiş, bacaklarından sallandırırmış’) tanımız hazırdır. Orada duralım.
Tanı en amatörce yollarla konsa bile doğru olabilir, eninde sonunda bir durumun tasvirine dayanır. Kan tahlili ya da beyin görüntülemesi yapılabilecek tanılarda bile yanılma payının pek düşük olmadığını hatırlarsak, yanılıyor ya da doğru çıkıyor olmak üzerinden düşünmemeliyiz. Bu yollarla konan tanılar ne kadar ‘meşru’, ne kadar geçerlidir ? Bu soruya benim cevabım, ‘değildir’. Doğruyu saptayabilmiş olsanız bile, yanlış yoldan elde edilmiş bir kanıtın geçersizliği gibi olan bu tarz tanıları ‘kamusal’ olarak belirtmek de kişiye ve mesleklerimize haksızlık sayılabilir. Üstelik siyasetin ve toplumsal hayatın karmaşıklıkları bireysel anormallik ve aşırılıklarımıza kendini ortaya koyma fırsat vermeyecek kadar güçlüler.
Burada meseleyi kapatacak bir son söz söyleme niyetim hiç yok ; sadece konuyu bir kez daha tartışmaya açmak istedim.
Çocuğun ihtiyaçlarını bilmek
Kişilik bozuklukları üzerine uzmanlaşmış bir çok meslekdaşım var. Kişiliğin oluşma sürecindeki aksamaların yol açtığı varsayılan kişilikteki bozulmaların ne zaman bir ‘bozukluk’ sayılacağı uzmanlar arasında tartışıladursun, yetişkinlerle de çalıştığım yıllarda karşılaştığım bir durum, konuya ‘vatandaş’ın bakışını bana çok iyi öğretti. Otuzlu yaşlardaki adam bir önceki doktoruna teşhisini sorduğunda, cevap olarak ‘kişilik bozukluğu’ lafını duyunca ne kadar sevindiğini anlatarak söze başlamıştı. Bunda sevinecek ne var diye sorduğumda ise, ‘doktor bey, nasıl sevinmem, bozuk mozuk bir kişiliğim var, kişiliksiz olmaktan daha iyidir’ demişti.
Çocuklarını ‘sağlam kişilikli’ ama daha ziyade ‘başarılı’ (ailelerin makbul bulduğu özelliklerle tanımlarsak : tuttuğunu koparan, ezik boynu bükük olmayan, hakkını yedirmeyen ve elbette çok para kazanan, adam çalıştırmayı bilen vb.) bireyler olarak yetiştirmek isteyen anne-babalar için bunu sağlayabilecek reçetelerin kıymeti yüksek. ‘Reçete’lerde genellikle nasıl davranılacağı anlatılır. Ancak davranıştan öte hayatın hangi evrelerinde çocuğun hangi ihtiyaçlarının önplanda olduğunu vurgulasam daha çok işe yarayabilir.
Örneğin, bebeklik ve küçük çocukluk dönemini anne-baba ile ilişkisi içerisinde ‘başka insanlara güvenebilmeyi öğrenme’ aşaması olarak tanımlayabiliriz.
Sevilmek ve değer verilmek hissinin yerleştiği bu dönemde, aynı zamanda anne-babanın koyduğu sınırlarla karşılaştığımızda, bu sınırlamayı her istediğimizi (içimizden geleni) yapmamak için annebabanın bize desteği ya da kösteği olarak görmemiz neye bağlıdır ? Hemen öncesinde, onlara duyduğumuz güvenin derinliğine ve koşulsuzluğuna. Sevilmişler güvenir. Güvendiğimiz insanların ‘yeter’ ve ‘dur’ları ile kendimizi kontrolü öğreniriz.
Sevilmeksizin (ve kimselere güvenememiş olarak) büyürken sınırlarla karşılaşan bebek ve çocuklar, bu sınırları keyfi bir zorbalık gibi yaşarlar. İsyanları da sınırlardan ziyade keyfiliğedir. Büyüyüp başkalarına sınır koyacak yetişkinler olduklarında ‘ben öyle istiyorum’dan başka bir gerekçeleri ve körükörüne itaatten başka bir beklentileri yoktur. Sevilmeden ve sayılmadan, adam yerine konmaksızın yetiştirilmiş çocukların kişiliklerinin zedelenmemiş olması pek mümkün değil.
Peki, o zaman toplumda ‘kişiliği bozuk’ olanların çok daha fazla sayıda olması beklenmez mi ? Koruyucu etkenler neler ? ‘Tam bozulmamış’ kişilikler ne oluyor ? Devam etmek üzere. Yorum ve sorularınızı info@yankiyazgan.com veya (twitter’da) @yankiyazgancom adresine iletebilirsiniz.
Bir tatlı telaş
‘…Telaşın hayırsız akrabası aceleciliğe geri gelelim. Acelecilik, iletişimdeki belirsizlik veya çift yönlü mesajların ve beklemeksizin hemen sonuç elde etme kültürünün doğal sonucu olan bir davranış olarak tanımlanabilir. Beyin dokularından özellikle çatışmalı/kararsızlık durumlarla karşılaştığımızda aktifleşen ve riskli durumları ayırt ederken kullandığımız bölgelerin (örneğin anterior cingulate) boyutları ölçüldüğünde, beyindeki bölgenin alanı ile özellikle “zarardan kaçınma” ve “yenilik arayışı” davranış kalıpları arasında net bir bağlantı gözlenebiliyor.’ İçinde bu tür paragraflar içeren bir kitabım yayımlandı. Kitabın hemen her sayfasında çizgilerim de var. (Bir Tatlı Telaş, Haziran 2013, Boyut yayınları)