Yıllardır psikiyatrlığını yaptığım, çocukluktan gençliğe geçmek üzere olan bir kişi, “Yankı bey, siz pek böyle şeylere kızmazsınız biliyorum, ama yine de nasıl söylesem bilemiyorum” diye söze başladı. Benden alışkın olduğu “hmmm” a benzeyen sesi duyunca devam etti; “ Siz niye yıllardır hep aynı kıyafetleri giyiyorsunuz, bunun psikolojik bir anlamı var mı?”. Düzeltmeliydim, aynı kıyafetler değil, aynı çizgide kıyafetler. Bu çizginin tutarlılığına sahip çıkarmışçasına, ve biraz amatörce, yanıtladım: “Bir anlamı var mı?”.
1980’lerde ve 1990’larda yazdığım yazıları (az sayıda 2000 ve 2001 tarihli olan da var), geçen yüzyılın hatta geçen binyılın yazıları olarak tanımlamak mümkün olsa da, yazıları okuduğunuzda göreceğiniz gibi, söylediklerim hep aynı. Kıyafetlerim gibi… Anlamlarının ise yıllar içinde değişmiş olabileceğine inanıyorum.
Düşünün, 1980’lere okulun sonuna yaklaşmış bir tıp öğrencisi olarak girmiş, sağlık ocağı doktoru, seyyar cerrrahi hastanenin tabip asteğmeni ve uzman olmak üzere bir psikiyatri asistanı olarak 1990’lara devam etmiştim. Hayatın en hızlı değiştiği dönem bu olmalı diye düşündüğüm o yıllardan kalan çizgilerden bu sayfaya aldığıma baktığımda,
mecburi hizmet yıllarının hiç bitmeyeceğini sandığım günlerden birisini hatırlarım. O sırada yazdıklarıma bir örnek arayanlar “stetoskop” yazısına (s.276) göz atmalılar. Askerlik yaptığım günlerde hazırladığım bir yılbaşı kartının çizgisinde görüldüğü gibi ayaklarımı tam nereye basacağımı bilemediğim, önünü göremez bir ruh halinde olduğum günlerdeki yazılarımın örneği ise, “Psikiyatri söyleminin burada ne işi var?” (s.327).
1990lar, ABD’de çalıştığım ve giderek çocuklara ve insan gelişimine odaklandığım, beyin bilimleri alanında elimi işin içine bizzat attığım, kendimi ilk kez (bilimde) içeriden birisi olarak görebildiğim bir dönemdi. Doksanların ikinci yarısı ise, tekrar Türkiye’de çalışmaya başladığım, aradaki 3-5 yılda Türkiye’nin cep telefonlu, internetli, televoleli çağa geçtiği ve toplumsal ve doğal felaketlerin birbiri ardına sıralandığı yıllar. O yılların etkisi, önce daha az yazmak (bilimsel makalelere ağırlık verdiğim için), sonra bir süre hiç yazmamak veya daha yüzeysel yazılarla (buna da dönem etkisi diyelim) yetinmek oldu. Ne zaman ki 1999’un sarsıntıları geldi, sonrasında yazma ve söyleme ihtiyacım tekrar kendini gösterdi.
Söz Uçmuş Yazı Kalmış’ta 3 (alt)kitap var. İlk (alt)kitabı, ilk göz ağrım Labirent Yolculukları’ndan seçilmiş yazılar oluşturuyor. İkinci (alt)kitap ise, yazılarının yarısını kesin ihraç ettiğim “meçhul kitap” Devlet Baba Tabiat Ana’nın kırıntılarını içeriyor. Her iki (alt)kitaptaki yazılara bugünden baktığımda düşündüklerimi ve hatırladıklarımı sayfalara iliştirilmiş kutucuklar içinde (“yeni baskıya notlar”) okuyabilirsiniz. Kitapsız yazılar adlı üçüncü (alt) kitapta 1980’ler ağırlıklı ve hakikaten kitapsız kalmış yazılardan bazılarını bulacaksınız. Bu bölüm yazdıklarımdan geçmişten bugüne değişmeyenleri bugünün perspektifi ile yansıtmayı diğerlerinden biraz daha iyi beceriyor!
Bu kitabın benim için duygusal anlamı da güçlü. Geçen yüzyıldan kalma yazılar desem yalan olmayacak kadar uzakta gözüken, ama bugünkülerden temelli bir fark göstermeyen yazılarımı okurken hissettiklerimde bir geçmiş özlemi sezilebilir. Yedi yaşındakilerin 5 yaşındaykenki hayatlarını özledikleri bir dünyada, bu bana çok görülmemeli. Kitap olarak yayımlandıklarında, sonraki kitaplarımdakilerin mazhar oldukları alâkayı bulamamış olmalarının verdiği burukluğu ve borçluluğu da bir kenara atamıyorum (mesela, LY, 20 yılda 2000 adet).
Ziyan olmalarına içim razı olmamasını sofradaki ekmek kırıntılarına gösterdiğim özen ve sevecenlikten ayırd edemeyebilirsiniz, zaten iki davranış da aynı beyin mekanizmalarının ve aynı ruh durumunun ürünü. Şimdilerde genç olmuş çocuk hastamın dediği gibi, “hep aynı şeyleri giyiyor”, hep aynı şeyleri yazıyorum. Her seferinde farklı yazmaya çalıştığım aynı şeyler: beyin bilimleri, psikopatoloji, gündelik hayat ve davranış bilimlerinin kesişim kümesinde kalanlar.
Kırıntı toplamam sadece ekmekler ziyan olmasın diye değil. Kırıntıları toplayıp ağzıma atmayı seviyorum.
Umarım, kitabımı severek okursunuz.
mutlulukmutfaktagizlidir
Bir karikatür anlatmaya yeterken bir sayfalık yazıyı yeni kitabınızı alıp keyifle okumamak mümkün mü Yankı Hocam?
Sermin
İyi ki yazmışsınız ve yazmaya devam ediyorsunuz hocam. O at da meğer ileride ufuk çizgisini görmüş, oraya doğru koşuyormuş söylediklerinizin aksine.
aslin
ne kadar güzel bir önsöz.. şu an kitabı okumayı çok isterdim..
sevgi ve saygılarımla
ilker
sabırsızlıkla bekliyoruz…böyle bir önsözden nasıl bir kitap gelecek onu da merak etmiyorum değil… Ama ne olursa olsun kütüphanedeki yeri ayırıldı. 🙂
Taç Paluch
öyle sıcak ve kendimden de “kırıntılar” bulduğum bir yazı ki ..kitabınızı okumak büyük bir paylaşım olacak yankı bey..