Ben salgının ilk iki ayında zaten evde kalma mecburiyetindeydim, bu sürenin bir dönemini de hasta olarak geçirdim. Dolayısıyla karantinaya ek olarak sağlık açısından çok sıra dışı bir durumdaydım. Mart sonunda başlayan karantina dönemim, salgının tehdidini iliklerimde hissettiğim, hayati tehlikesini yakından yaşadığım bir zaman dilimi oldu. İlk günlerde evdeki hasta yatağında yatarken, dışarının sessizliğini ya da Boğaz’dan o ara tek tük geçen gemilerin makina dairesinden gelen sesleri uzaktan dinlerken aklıma geliyordu; “Bu şehir ne kadar güzel…” Sonraki haftalarda yattığım hastane odasının penceresinden Hürriyet-i Ebediye anıtını görebiliyordum; daha önce yıllarca şöyle bir bakıp geçtiğim anıt, hastane penceresinin baktığı caddenin diğer yanında 100 yılı aşkın zamandır olduğu yerde, öylece dururken ben onu orada görüp varlığını ve anlamını hissettim. İçinde yaşadığım yerle ilgili daha fazla bilmem gerektiğini, bunun bir saygı gereği olduğunu düşündüm. İstanbul öyle bir yer ki evde (ya da hastane odasında) kaldığınız zaman bile pencereden dışarıya baktığınızda kendinizi şehirle ilgili düşünmekten alıkoyamıyorsunuz. Takıntılı bir tutku yaratan bir yanı var.