Başarı mutlu ediyorsa… Okulda davranış sorunları çok bir çocuk ve ailesi ile klinikte oturmuş, konuşuyoruz. Anne-baba: “bizim için önemli olan başarı değil, mutluluk…”. Çocuk söze dalıyor (her söze dalması problemi olarak tanımlanmakta, ama bu sefer heyecanının bir yansıması sadece): “ama ben başarı ile mutlu oluyorum”. Başarı rastgele kullanılan, her yöne çekilen kelimelerden birisi (diğeri de mutluluk). Başarılı olmaya ihtiyacımız var; ‘ruhumuzun ve sırtımızın okşanmasına’ (geçtiğimiz yıllarda İKEM okulunun konuğu olarak İskenderun’da katıldığım konuşmadaki dinleyicilerimden birisinin giderayak söylediği) duyduğumuz ihtiyaç gibi… Başarı beklentisi deyince genellikle baskı algısı da ardından gelir. Bu baskının kaynağı ise başaramama korkusundan ziyade başarı tarifinin ‘her alanda ve daima’ başarılı olmaya dayanması. Bir dersten kaldığında bütün derslerden kalıp, üç yanlışın bir doğru götürdüğü sınavlara gireçıka başı dönmüş kuşaklar kendi çocuklarındaki başarısızlığa tahammül edilmesi güç bir duygu yükledi. Başarısızlığa tahammülsüzlüğü eksiğe tahammülü olmayan kültürümüzün doğal sonucu sayabilir miyiz? Hani, sofrada her şey tamam olsa bile kuş sütünün mutlaka eksik kaldığı kültürümüz… Her alanda ve daima başarılı olma beklentisine (amaç ile beklentiyi karıştırmaksızın) mükemmeliyetçilik terimini yakıştırabiliriz. Başarısızlığı kaçınılmaz başarıyı imkânsız kılan bu ‘ya hep ya hiç’ yaklaşımının duygusu olan karamsarlığın zorunlu düşüncesi ise ‘başarının ne önemi var?’dır.
Arkadaşlarınıza güzel bir sofra kurmak, başladığınız bir romanı bitirebilmek, beslenmenize dikkat etmeye başlayalı 5 kilo olmasa da 500 gram verebilmiş olmak önemli bir başarıdır. Bu iyimserlik bile sayılmaz; değişimin (devrim, dönüşüm, ilerleme ya da gelişim gibi değişim çeşitleri) doğal seyrini kabul etmektir.
Koşuda tavşanı geçen kaplumbağanın hayata bakış açısıdır.
Üzmeyin beni. Çocukların yetişkinlerle ilişkilerinde en çok hangi hedef-duygu güdüleyici, yön vericidir? İlişkide sevindirmek mi, üzmemek mi ağır basmalı? ‘Haydi bakayım, ye yemeğini ya da yap ödevini yoksa üzülürüm, ayılırım bayılırım’ mı? Konuşmamı izleyen babalardan birisi ‘kızdırmamak’ın ülkemiz çocuklarının yetişkinlere yaklaşımındaki etkisini hatırlattı. Üzmemek ya da kızdırmamak ağırlıklı gidecekseniz, daha edilgen, fazla karıştırmayan bir tutum en garantilisi. Sevindirmek ise aktif ‘duruş’ gerektiren, eylemli bir tutum. Riskli… Amacınız olumlu, niyetiniz iyi (sevindirmek, hatta gururlandırmak) olsa bile otoriteye (bugün anne-babaya, yarın öğretmene, öbür gün doktora yargıca polise devlet başkanına) davranışlarınızla bir etki yapmayı hedeflemek demek olan sevindirmek yerine üzmemek ya da kızdırmamak kalıplarına dönmek daha emniyetli.
Ayar sorunu. Psikiyatrların ya da çocuk psikiyatrlarının ruh sağlığını korumanın yanısıra ruh sağlığındaki bozulmaları tedavi yanı daha önde tutulur. Patolojik olanı saptarken nasıl düşündükleri merak konusudur ki hemen her genel ya da özel toplantıda normal/anormal ayrımına ilişkin sorularla karşılaşırım.
Patolojik normalden türemiştir. Bir başka deyişle normalin ayarının bozulması ile ortaya çıkmıştır. Çocukların gelişim ve davranışlarındaki sorunların çoğunu bir ‘ayar’ meselesi olarak görebiliriz. Anne-babaya kafa tutmak ya da kendi kendine kalmak ya da ders çalışmak istememek bir anormallik sayılabilir mi? Bu ‘normal’ davranışların (veya tam terslerinin) hemen her yerde, hemen her zaman egemen davranış haline gelmesi ile ölçü kaçmış, ayar bozulmuş olur. Ayar bozulduğunda çocuğun içinde olduğu toplum (sınıf, aile gibi) ile etkileşimi aksıyorsa, ya da bireysel gelişimi engelleniyorsa ‘normal’ davranışların aşırı (çok ya da az) olmasını patolojik olarak görebiliriz. Buna örnek olarak kaygıyı düşünebilirsiniz. Sevdiğimiz bir kişiyi ya da nesneyi gelecekte kaybetme olasılığı kaygı vericidir. Kaygının çoğu kuruntu, evham, takıntı ya da panik atağı şeklinde patlak verirken, kaygının azı sorumsuzluk, ihmal ya da kayıtsızlık kaynağı olur. Peki, bu ayar nasıl sağlanır? Hayatımızın bu ayarı tutturmaya çalışmakla geçeceğini kabul etmekle başlayabiliriz.