Yukarıdaki resim, dün Bornova Anadolu Lisesi’nin konferans salonunda, dönemin atmosferine uygun bir “background”la çekilmiş. Okuldaki konuşmadan dünkü “post”ta bahsetmiştim. Fotoğrafı bugüne kaldı. Bu hafta İzmir’de, bir yandan okulumu ziyaret ederken, bir yandan da aile şirketlerinin kurumsallaşması konulu bir kursta konuşma yaptım.
Aile şirketleri ile ilgim ne, mi?
İşin aile kısmı ile yıllardır içli dışlıyım.
Şirket kısmı hakkında da, sora sora, Türk usulü anlayacağınız, bir şeyler öğrendim.
Üstelik aile şirketten daha eski, kıdemli olduğu için, aile şirketinin aile yanı daha büyük yer kaplıyor…
Üstelik çocuk dediğimiz kişilerin, 0 yaşından 70 yaşına kadar olanlarının psikolojisiyle ilgili birisi olduğum için, her yaşta çocuk konusunda uzmanlaşmış oldum.
Şaka bir yana gördüğüm en yaşlı çocuk (anne ya da babasıyla birlikte görerek, sorunlarına yardımcı olmaya çalıştığım kişi) 68 yaşında, ve babası 92 yaşındaydı. Çocuk psikiyatrisinin adını “evlat psikiyatrisi” olarak değiştirmek de düşünülebilir.
Şirketlerin aile kurallarına göre işlemesinin getirebileceği zorlukların, özellikle karar alma anlarında duyguların etkisinin olması gerekenden çok daha güçlü olması sebebiyle ortaya çıktığını vurguladığım konuşmada, katılımcıların görüşleri, soruları ile konuşmam daha zenginleşti. Konferans vermenin en güzel yanlarından birisi bu; her seferinde kendisine “konuşulan”ların (bir başka deyişle, “dinleyenler”) söylediklerini katarak, aynı konuda aynı gün içinde bir kez daha konuşsam bile farklı bir içerik oluyor. Konuşmanın, şimdilik, aldığı en son şekli web siteme koymuş olacağım haftaya…
Konuşmalarımda, kendi anlattığımı, bir biçimde ben de dinlemiş oluyorum aslında. Tekrar tekrar aynı konuşmayı dinlemekten sıkıldığım için, her konuşma, görünürde aynı konuda olsa bile, farklı oluyor bu sayede:)
Bu ara hep okul günlerine kayıyorum ya; aklıma geldi.
Özellikle lisedeyken, aynı tipte soru bir kaç ayrı sınavda geldiğinde, her seferinde sanki farklı yöntemlerle çözmem gerekiyormuş gibi düşünür, daha önce kullandığım bir çözüm yolunu bilsem de, bildiğimden farklı ve yeni bir yolla çözmeye çalışırdım. Her zaman da “mutlu son” olmaz, bildiğim sorudan puan alamadan kağıdı verirdim. Antikalık işte… belki de onun için matematikçimizin “şeytan azapta gerek” muamelesi yaptığı tiplerden birisi olmuştum.
yok, merak etmeyin, doktorluk yaparken bu tip maceralara atılmıyorum:))