İnanmak istiyoruz. Özellikle bugünkü dertlerimiz boyumuzu aşıyor ama dertleri aşmak için gereken emek fazla geliyorsa; umudumuz az, şimdikinden daha iyisinin mümkün olabileceğine inancımızı kaybettiysek, durumun değişmesini istemiyor, fikrimizi değiştirecek bilgiye uzak duruyoruz. Güçlünün söylediğine, işimize gelene inanmak istiyoruz.
Bir başka deyişle, aksi yöndeki görüşlere, görüşümüzü sarsacak bakış ve kanıtlara ‘inanmamayı istemiyoruz.’ İnanmamak maliyetli. Alışkanlıklarına bağlı bir canlı türü olan insan için mevcut durumun dışına çıkmanın ya çok gerekli, ya çok zevkli ya da çok kolay olması gerekir (Başka seçenekler de vardır, ama bu bir pazar yazısı en nihayetinde).
Durumumuzdan memnun (‘Allah bugünümüzü aratmasın’) olduğumuzda, bu memnuniyetimizin tadını kaçıracak bilgi ya da görüşü pek duymak istemeyiz (“Adam yakınlarını zengin etti” dese birisi ama “E, ama iş yapıyorlar hiç olmazsa, bal tutan parmağını yalar”). Mevcut durumu değiştirmeseler de sarsanlara ise sinir olur, onlarla ilgili her türlü karalamayı sorgusuz sualsiz kabul eder (“Camide içki içtiler” gibi), tersini söyleseler, hatta gösterseler de inanmayız (‘resimde gözükmüyordur’, ya da ‘yapmışlardır bir şeyler, koskoca bakan yalan mı söyleyecek’). Kısacası, mevcut inançlarımızı sarsmayan, konumumuzu çok etkilemeyen etliye sütlüye, suya sabuna dokunmayan her şeye (‘evrene haykıralım’) inanmaya hazırken, hayatımızı ellerimize almaya, en kritik konularda “Acaba gerçekten öyle mi?” ya da “Başka türlüsü mümkün mü?” dememeye adeta yeminliyiz. O zaman, ‘işimize gelen’ bize ‘öyleymiş gibi’ hatta ‘doğruymuş gibi’ gelebilir.
Peki, bütün bunları menfaatperestliğimizden mi yapmaktayız? Bilişsel psikoloji ve davranışsal ekonomi diye bilinen alanlardaki yayınlarda çok sözü geçen ‘aykırıyı görmezlikten gelme’ (cognitive dissonance) kavramının türevleri bu davranışımızın ‘bilmeden’ olduğunu söyler. Bilmeden oldu ile istemeden oldu sıkça birbirine karışır. Bile bile yapmak ile bile isteye yapmak arasındaki nüans çok önemli olmasa bile arada bilerek ama istemeden yapmak olduğunu belirtmek isterim. “Yaptığımda uyumuyordum, bilincim yerimdeydi, ne yaptığımın farkındaydım, ama davranışımı kontrol edemiyordum”da olduğu gibi iş olup bittikten sonraki tanımlarımız amaçlanmadan olanların önemini gösterir.
Farkındalığımız davranışımıza söz geçirmemize yetmemekte, bizi başka tarafa çeken o an’ın gücü, daha doğrusu o andaki rahatlığın kendini muhafaza etme gücüdür. Kapının zili çaldığında yayıldığımız koltuktan kalkıp kapıyı açmaya yeltenmediğimizde, ya da çokça olduğu gibi ‘kapı çalıyor’ diye bağırıp evdeki başkalarının hareket etmesini beklediğimizde zihnimizden geçtiği gibi kapıyı açtığımızda ‘kim gelecektir ki?’ Beklediğimiz bir kimse yok ise, ne söylense inanırız, ‘kimse yok, yanlışlıkla çalmışlardır kapımızı’.
İktidarın inandırıcılığının seçeneklerinin görünür ya da inanılır olmaması ölçüsünde arttığını düşünebilir miyiz? Bunu söylemeye bir engel pek yok.
***
İnanmaya hazır olmak, koşulsuz güvenmek, bir başkasına ‘yapmaz öyle şey’ diyebilecek kadar inanmak bir ayrıcalıktır. Hayatın ilk birkaç yılında hemen her bebeğin değişen ölçülerde yaşadığı bu ‘inanabilmenin bir ayağı güven’dir. Bizi besleyene, bakıp büyütene güvenmekten başka bir seçenek de yoktur. Güvendiğimiz anne-babamıza sevimli gözükmek, 8’inci haftada gülümsemek, yaş ilk yılın yarısını bulmadan sesler çıkartmak onun bizi bırakmasını engelleyici olur. Sevildikçe güveniriz. Doğru mu yanlış mı bakmadan inandığımız kişiden, bilerek isteyerek bir zarar göreceğimiz olasılığının düşüklüğü rahatlatır. Terkedilmek, yalnız ve kimsesiz kalmak gibi korkutucu durumlar ve elde olmayan tehlikeler zihnimizin bir köşesinde elimizdekinin kıymetini bilmeyi hatırlatır. Çok sevip güvenerek seçtiğimiz karizmatik liderlerimize benzer duygularla bağlandığımızda, hayal kırıklığı olasılığını en aza indirmek için zihnimiz elinden geleni yapar. Annemize babamıza laf ettirtmezsek, liderimizi de yedirtmeyiz. Hayalimizin yıkılmasını istemez, kimsesiz kalmaktan korkarız. Yönetici ile halk arasında anne-baba ile çocuk arasındakine benzer bir ilişki olduğunu söylemek, siyasi bir konuyu sadece psikolojik etkenlerle açıklamak istemem. Ama etkisi yok da diyebilir miyiz, kendi bebeklik deneyimlerimiz ile biçimlenmiş beynimizin benzer durumları arayıp bulma ‘dürtü’sünün?
Woody Allen’ın son filmi Blue Jasmine’de ana kadın karakterin eşi büyük çapta dolandırıcılıklar yapmıştır; olayların çoğu kadının gözü önünde olmasına rağmen “Hiç haberim yoktu, fark etmemiştim” der. Filmin doğruları söylemekle sorumlu trajik karakterlerinden birisi ‘bal gibi biliyordun, sadece görmezden geldin’, yoksa on bin dolarlık çantalarını nasıl alacak, sosyetik partilerini nasıl yapacaktın diye sorar. Bir anlamda kurulu düzeni(mizi) destekleyen sözlere yalan ya da yanlış da olsa inanmak zorunda (mıyız?) olmamız (hissetmemiz), inanmayı tercih edip aksi yöndeki görüşlere kafamızı öteki yana çevirmemiz, görmezden gelmemiz bizi de ahlaken sakatlar. Herkesin yaptığını yapmak bu ahlaki sakatlanmayı sıradanlaştırırken, gerçeğin sadece tek bir açıklaması olacağına onun da bu açıklama olacağına inandıran kuşkudan arındırılmış eğitim kısa bir süre içinde ahlaki rahatsızlığımızı da giderecek zihinsel malzemeyi sağlar. Gel de işine gelene inanma, bundan sonra.