Prof Dr Engin Geçtan’ı 1987’de psikoterapi süpervizörüm olarak tanıdım. Hayatımda geliştirici etkisi olan önemli birkaç kişiden birisidir… Bu görüşmeyi Varoluş ve Psikiyatri kitabının yayımlanması vesilesiyle 1989’da yaptım. Yazıyı o dönemde sıkça yazdığım Cumhuriyet BilimTeknik’te yayımladım. Psikoterapiye ilişkin nadir gazete yazılarından birisi ve kavramların tartışılması için bir vesile oldu. Psikoterapi kavramının gündelik hayatın parçası olmaktan uzaklarda sayıldığı, dernek ve organizasyonların daha az sayıda olduğu yıllardan bu yana çok geçmemiş. Günümüzde bireyin, çocuğun, ailenin ruhsal dünyasını, davranış, düşünüş ve duygularını yeniden düzenleme çabası için bir araç olarak psikoterapinin neredeyse 30 yıl önce yayımlanmış bu yazıdaki durumdan bu yana önemli bir yol aldığını görebiliyoruz
» (1989’da) 25 yıldan fazla bir süredir, Türkiye’de psikoterapi uygulayan bir psikoterapistsiniz. Bu klinik yaklaşımın ülkemizdeki sürecinin aktif bir tanığısınız, bir bakıma. Psikoterapi ile Türkiye arasındaki ilişkiyi bize anlatır mısınız?
Engin Geçtan: Sorunuzu iki ayrı yönden cevaplamak uygun olur, kanımca; Türkiye’de halkın psikoterapiye karşı tutumu ve psikiyatrinin psikoterapi yoluyla halka sunabildiği hizmetle. Yıllar önce biri bana “iyi sağlık hizmetinin sunulduğu yerde daima hasta da olur” demişti. Yaşadıkça bu sözün doğruluğuna ben de inandım. Bu nedenle, az önce sözünü ettiğim iki ayrı yönün aslında birbiriyle karşılıklı bağımlı olduğu kanısındayım.
Otuz iki yıl önce mezun olduğum Tıp Fakültesi’nde bize yalnızca betimsel [descriptive] psikiyatri öğretilmişti, klinik çalışmaların tümü de bu yöndeydi. “Kendi çevremde” psikoterapi ya da dinamik psikiyatri kavramlarından söz edildiğini duymamıştım. O kadar ki, uzmanlık eğitimim için gittiğim ABD’de psikiyatrinin ne denli farklı boyutları olduğunu fark etmeye başladığımda, öğrendiklerimi Türkiye’de uygulama olanağı olmadığı düşüncesine kapıldığım olmuştu. Ama beş yılı aşkın bir süre sonra yurda döndüğümde yanılmış olduğumu, biraz da sevinerek gördüm. O yıllarda, özellikle Ankara’da, psikoterapi alanında hizmet verilmeye başlanmıştı, ben ve birkaç meslektaşım tarafından. Bir süre sonra bu çalışmalar, zaman açısından, gelen talebi karşılamaz hale geldi.
Ancak günümüzde (1989) psikiyatrinin bu konuda halkımıza nitelik ve sayı yönünde yeterli bir hizmet sunabildiği kanısında değilim. Halkın beklentileri, Türkiye’deki psikiyatri uygulamalarının verebildiğinin çok ötesinde. Çünkü arada geçen yıllar boyunca, toplumun geçirdiği dönüşümler, kitle haberleşme araçları (özellikle TV) ve içinde yaşadığımız sosyo-politik ortam konuya duyulan ilginin artmasına neden oldu.
Buna karşılık psikiyatri geleneksel tababete paralel bir biçimde “genel psikiyatri” uygulamasıyla sınırlı kaldı. Başlıca nedenlerden biri, üniversite kliniklerinde formel psikoterapi eğitimi görmemiş ya da en azından davranışların psikodinamiği hakkında yeterli bilgi sahibi olmayan ve çoğu başka disiplinlerden gelen ve uzmanlaşmamış kişilerin, bu hizmeti üstlenmesiyle sonuçlanıyor. Tabii, psikiyatri konuya sahip çıkmadıkça bu kişileri eleştirme hakkına da sahip olamaz
» Psikoterapi için başvuran kişinin bazı “vasıfları haiz” olması gerektiği şeklinde yaygın bir inanç var. Bu vasıflar bireyin probleminden veya değişimini istediği şeyden çok kültür ve eğitim düzeyi, yaşı gibi özellikleri olarak sunuluyor. Sizce, kimler psikoterapiden yararlanabilir?
Engin Geçtan: Değişmek için ciddi bir niyet taşıyan ve terapisti ile işbirliği içinde gerekli çabayı gösteren herkes psikoterapiden yaralanabilir. Tabii, terapistin ehliyeti ve kişiliği bu değişikliğin gerçekleşmesinde önemli bir etken. Ancak psikoterapi, her şeyden önce terapistle tedaviye gelen kişi arasındaki ilişki, kaynaşma ve işbirliğinden temellendiği için, nadir de olsa, terapist gerekli deneyime, tedaviye gelen de ciddi bir niyete sahip olduğu halde verimli bir süreç oluşturulamayabilir. Konu açılmışken, psikoterapinin ancak belirli bir yaşın altındaki ya da belli bir kültür düzeyindeki insanlara yararlı olabileceği biçimindeki, kaynağı belirsiz kanıya katılmıyorum.
» Pek çok psikiyatrik bozukluk, biyolojik özellikleri bulunarak açıklanmaya çalışılıyor. Bu gelişmeler nedeniyle pek çok klinisyen, uygulamalarını tamamen biyolojik temellere yaslandırdı, hatta psikoterapinin ölüm duyuruları yapıldı. Ancak bu indirgemeci yaklaşım son birkaç yılda değişikliklere uğradı ve psikoterapi, görülen ihtiyaç üzerine diriltildi. Davranış nörolojisi alanında söz sahibi bir kişi Dr. Meşulam, psikiyatrik sorunlarda her şeyi nörolojik yaklaşımla açıklama eğilimini bir metaforla eleştiriyor: “Nörolojik yaklaşım, bir mesajın anlamını öğrenmemizde (mesajın yazıldığı) mürekkebin kimyasal analizinin sağlayacağı katkı kadar yararlıdır.” Siz, biyolojik yaklaşımın psikoterapiye ne gibi bir etki gösterdiğini düşünüyorsunuz? Psikoterapi gerçekten ölmüş müydü?
Engin Geçtan: Özellikle 1970’li yıllarda, psikoterapinin gelişmiş ülkelerde bir kriz geçirmiş olduğu izlenimine katılıyorum. Bunun temel nedenini denetimsiz bir üreme, çoğalma süreciyle açıklayabilirim. Örneğin, ABD’de 300’den fazla ve çoğu bilimsel temelden yoksun yeni terapi ekolünün ortaya çıkışı. Bunun yansıra niteliksiz ve yeterli eğitimden yoksun kişilerin klinik çalışmalara yönelmelerinin getirdiği kısmi yozlaşmanın, beyin fizyolojisi ve biyokimyası konusunda bilgilerimizin hızla arttığı bir döneme rastlaması sonucu psikoterapi bir süre ikinci planda değerlendirilmiştir. Ben bunu bilimsel evrimin doğal bir evresi olarak değerlendiriyorum. Çünkü günümüzde sarkaç orta çizgiye doğru hareketini tamamlamak üzeredir. Ruh ve beden dualizmi ortadan kalkmıştır. Öğrendiklerimiz, psikoterapiyi bugün psikobiyoloji denen bilimsel yaklaşımın çerçevesine oturtmaya başlamış ve yeniden önem kazanmasına neden olmuştur.
» Psikoterapi sürecinin hedefi tedaviye genelde bir değişim sağlamak olmakla birlikte, bu süreçten etkilenen sadece tedaviye gelen kişi olmuyor. Örneğin, sürecin içinde yer alan psikoterapist… Acaba nasıl etkileniyor bu süreçten? Terapist koltuğunu siz nasıl yaşadınız bugüne kadar?
Engin Geçtan: Psikoterapist koltuğunu yaşamak pek de kolay bir şey değil. Çıraklık dönemindeki terapistlerin ilk görüşmeleri videobanda alındığında, terapistin tedaviye gelene oranla çok daha huzursuz olduğu gözlenmiş. Yaşantılar terapistin kişilik özelliklerine göre farklılık gösterebilir. Kendi adıma, böyle bir çalışmanın bana kazandırdıklarının daha fazla olduğunu düşünüyorum. İnsanın, bazı sınırlar içinde de olsa, kendisini yeniden yaratabilmesine tanık olmak sizde de bazı değişiklikler oluşturabiliyor. İnsanın kestirilmezliğini onunla birlikte yaşamak kendi yaşamınızı bir törenler dizisi olmaktan çıkarabilmenizde size yol gösteriyor. Tedaviye gelen kişilerin terapistin olgunlaşmasına bir tür katkıda bulundukları, yıllar içinde onu da bir tür “tedavi” ettikleri görüşüne katılıyorum. Ayrıca ofisinizde otururken farklı dünyaları ve ilişkileri tanımak, insanın birey olarak içinde yaşadığı mikrokozmosu hızla tanımasına ve orada süregelenleri daha yansız değerlendirmesine neden olabiliyor. Ancak bunların hiçbirisi bedelsiz değil; örneğin, ofisimde birlikte dolduğum kişilerle paylaşılan dürüstlüğü, içtenliği yaşamaya alışınca, nasıl başlayıp nasıl biteceğini önceden kestirebildiğiniz bir tören izlercesine katıldığınız sosyal ortama zaman zaman yabancılaşma duyguları yaşayabiliyorsunuz.
(1989’da Cumhuriyet BilimTeknik’te yayımlanmıştır)