* Mehmet Kuzulugil’in sorularına cevaplardan oluşan bu yazı soL portalde yayımlanmıştır.
Çocuk büyütenlere öneriler yapan, yol gösteren farklı yayınlar, platformlar var, uzmanlık ve yetkinlik ürünü. Bir de bilinen haliyle “medyanın” konuyu buralara büktüğü yayınları var. Bunların gerçekten yararlı olup olmadığı çok tartışmalı geliyor bana.
Yararlı olup olmadığı tartışmalı dediğiniz yayınların gerçekten yararlı olmayı amaçladıkları da yok. Bu ana babalara verilen tarifler pişirilmeyecek yemek tarifleri vermek gibi. Ne malzeme var, ne ağız tadı ama bakması, dinlemesi güzel bir takım tavsiyeler.
“Ana babalara tavsiyeler” verilirken dikkatimi çeken bir şey var. Bazı değişmez varsayımlar var. Birincisi aile içindeki rollere ilişkin. Erkeğin işe gidip geleceği (ya da gün boyunca uzaktan çalışmak üzere masa başında olacağı) kadınınsa serbest olacağı varsayılıyor. İkincisiyse salgın ve salgın döneminde yaşamla ilgili yapılan yayınlarda, yazılanlarda neredeyse herkesin “evde kalabildiği” varsayılıyor. Emekçiler, yaşamını idame değilse de “idare” edebilmek için bitkin düşene kadar çalışmak zorunda olanlar, böyle krizli zamanlarda biraz daha yalnız ve yoksun kalıyor olabilir mi?
Otomatik olarak kadının sayılan bir alandan, belki kadınların bırakmakta zorlandığı bir alandan da bahsediyoruz. “Bırakmakta zorlanmayı” bir zaaf ya da durumun gerekçesi, açıklaması olarak söylemiyorum. Tanımlanmış rollerin içimize sinmiş, davranışlarımızı neredeyse fabrika ayarı gibi belirleyen bir yanı var. Buna karşı koymak, “bırakmak” kolay değil, karşı koymak için bilinç ve kavrayış yanısıra başkalarıyla birlikte olabilmek, topluca hareket edebilmek gerekir. Kadın hareketi tek tek bu şekilde düşünen ve yapanların, başka kadınları ve başka erkeklerin varlığını görmelerine imkan veren bir toplaşma olarak da görülebilir. Cesaret veren, örnek sağlayan… O zaman fabrika ayarı gibi gözüken durumun değiştirilebilir olduğunu görürüz.
Topluma dönük yayınlarda anne-babalara, öğretmenlere öğrencilere çocuklarla ilişkiler ve çocukların gelişimi hakkında tavsiyeler yapmak, herkese uyan şeyler söylemek çok zor, bunu kabul edelim. Gruplara dönük tavsiyelerin birbiriyle örtüşen yanları olmakla birlikte değişik alt gruplara kırınımlara bölünmekte. Pandemi döneminde evde kalabilenler böyle konularla daha çok ilgileniyor, düşünüyor gibi gözükmekle birlikte, yoksul kesimler, değişik nedenlerle dezavantajlı toplumun geniş kesimlerinden anne babalar gelişim fırsatları önlerine sunulduğunda oldukça iyi bir öğrenci kitlesi oluşturabiliyorlar. Daha fazla emek, daha çok çaba yaratıcı yaklaşım gerekiyor. Toplumun içinden gelen, kendi dinamikleriyle üretebildiği yaklaşımlar nasıl geliştirilebilir? Ana babalıkla ilgili. Tasarlanmış ve üzerine giydirilmeye çalışılan hazır elbiseler gibi değil de.
Örneğin şiddetin, aile içindeki şiddetin toksik olduğu bilgisi herkeste mevcut. Toplumun geniş kesimlerinde özellikle en yoksul kesimlerinde, şiddete daha çok rastlanan kesimde sorun “bilmemek”ten kaynaklanmıyor. Şiddetin en alası olan yoksullukla kuşaklar boyunca karşı karşıya olmanın, bitmek bilmeyen bir hayatta kalma mücadelesinin basiretleri kilitlediği bir toplumsal kesimin reaksiyonları, o keskinlikte oluyor. Yani hayatta kalma mücadelesi veren birinin keskinliğinde.
Çocuğa verilen değer açısından yaşamda kalma mücadelesi veren bir aileyle, evinde oturan, online eğitime bağlananın ilişkisi aynı değil. Ülkemizde kentleşme ve buna paralel ekonomik gelişmeyle birlikte çocuğun psikolojik değer kazandığı kesimlerde bu çalışmalar çok daha etkili oluyor. Yoksul ve ezilen kesimde olan annebabaların dile getirdikleri problemler çok farklı değil.
Emekçilerin hayatı idame ya da sizin deyişinizle “idare” etmek için daha fazla çalışmak zorunda kalanların yalnız kalmaları, başkalarıyla bağ kurmaya zamanlarının kalmaması yalnızlık, yoksunluk, ve bunların doğurduğu umutsuzluk içiçe.
Aslında bu çok daha fazla çalışmak zorunda kalan emekçiler arasına orta sınıfların önemli bölümünün de sürüklendiğini görüyoruz. Söz gelimi pandemi döneminde çalışma saatleri ikiye katlanan özel okul öğretmenleri gibi ya da plazalarda çalışan orta ve üst düzey yöneticiler dahil bir çok kişi. Bu kriz döneminde daha nükleerleşerek, çekirdek ailenin tecridini, yalnızlaşmasını, kendi kendine kalışını tam olarak hissettikleri bir dönem yaşadılar. Özellikle sokağa çıkma kısıtlaması günlerinde hissedilen izolasyon, çocukların da tek başlarına kaldığı, destekleyici kamusal sistemlerin bocaladığı bir durum ortaya çıkardı.
Örneğin, anne babalardan çift ilişkileri daha önce bir şekilde zedelenmiş olanlarda, çocuklar üzerinden çıkan sorunlarla birlikte ilişkiler de çatladı. O nedenle, yoksulluk pandemi ve kriz ile artan duygusal yalnızlık ve yoksunluğu şiddetlendiriyor. Beslenmeden, evinizin havasına kadar yoksulluğun bozduğu değişik faktörler öğrenebilmeyi, öğrendiklerinizi uygulamayı, bunlar için gereken duygu ve davranış kontrollerini de zaten bozmuş durumda. Yoksullar, ve yoksul olmayan ama toplumsal hiyerarşide sosyal ve psikolojik gelişmeleri sınırlanmış olanlar için, anne-babalık yaklaşımları geliştiricilikten ve destekleyicilikten uzak kaldığında en kolay etkilenen psikolojik sistemlerin başında kendini kontrol sistemleri ve duygu düzenleme sistemleri geliyor. Kendini kontrol, odaklanmamızı sağlayan, önemli olmayan konudan dikkatimizi çekip, önemli olan konuya odaklanmamızı sağlayan beynin yürütücü işlev sistemleri. Duygu regülasyonu da duygularımızı tanımamızı, anlamamızı ve duyguların verdiği ipuçlarını odaklanmamıza kılavuz etmemizi sağlayan psikolojik mekanizma.
Biz güvenli ortamlarda ama aynı zamanda sınırların bulunduğu, gördüğümüz, konmuş olan sınırları kendi ölçümüzde zorlayarak test ettiğimiz ve geliştirdiğimiz ama aynı zamanda sınırların mevcut olmasıyla kendimizi rahat ve güvende hissettiğimiz bir dünyadayız. Güvenli ve geliştirici bir aile ortamı böyle bir yer. Okul da böyle bir yer. Böyle olmayan okullarda ve evlerde çocukların korku gibi kontrolda zorlandıkları duyguların etkisi altında, nereye odaklanacaklarını bilemeden sürüklenerek davranışlarının daha çok bozulduğunu, gelişimi tehlikeye sokacak durumların ortaya çıktığını daha çok görüyoruz.
Yoksunluklar, duygusal yoksunluklar, gelişimle ilgili gereken uyarıcı ortamdan yoksunluklar sadece yoksul kesimlerde değil, iyi yaşamak için gereken kazancı olan ama bu kazancı iyi yaşamak için harcayacak zamanı olmayan, bu nedenle de örneğin anne babalık işlerini başkalarına ihale etmek zorunda kalan kabaca “plaza çalışanları” olarak tanımladığım iyi eğitimli, ortalamanın üstünde kazançlı kesimde de görüyoruz.
Bu benzerlik düşündürücü.
Dezavantajlı kesimlerin günümüzde kapsamını da politik bilimciler, toplumsal analistler bu bilgiler ışığında belki gözden geçiriyorlar, bunu yaptıklarında etkilenen kesimlerin çok daha geniş olduğunu görüyoruz.
Ters yönde bir şey soracağım. Salgında bir ara eğitim bakanının neredeyse tek derdinin özel okulları ayakta tutmak, tahsilatlarını yapabilmelerini, öğrenci (müşteri!) kaybetmemelerini sağlamak olduğunu düşünüyorum.
Ama tersinden de özel okullar salgından yararlanmaya, kendilerini pazarlamaya çalıştılar. Devletin okullarında ne yapacağı belli değilken, bir özel kolej eğitimlerine, tam hijyen (!) koşullarında nasıl devam edeceğinin reklamını yapıyordu vs.
Bu konuda eğitimciler kadar sizin de gözlemleriniz olduğunu tahmin ediyorum. Devlet okulları neredeyse bir anlamda havlu atarken, özel okullar gerçekten “bu işi becerdiler” mi?
Evet, eğitimde özel okulların payının giderek arttığı apaçık. Aynı zamanda özel okulların yönetici ve çalışanlarının pandemi sürecinde ciddi bir çaba göstererek öğrencilerine iyi bir eğitim sağlama çabasına girdiklerini de gördük. Bu bence şuna benziyor. Aşının geliştirilmesi hakkında Boris Johnson’ın söylediğini hatırlayın, aşının gelişmesi önemli ölçüde rekabetçi, piyasacı sistemin bir ürünü oldu. Rekabetçi piyasa sisteminin eğitime de bir çözüm bulabileceğine inananlar var. Ancak aşının eşitsizlik engellerini aşarak herkese ulaşmasını da aynı piyasacı sistem engelliyor; eğitimde özel okulların bir tür “inovasyon” merkezi rolünü oynayarak ortaya koydukları performansı, ürünleri toplumun kalanına ve kamu okullarına aktaramadığınızda sorun başlıyor.
Diğer yandan, birçok ülkede kamuya ait sağlık eğitim, bilim kurumlarının bu tempoyu tutturmakta zorlandığını da gördük. ABD gibi kapitalizmin şahikası ülkede, aşı teknolojisinde özel kuruluşların kullandığı teknolojilerin geliştirilmesindeki çekirdek buluşlar yine federal devletin araştırma hedeflerini belirleyip yönlendirdiği projelere bağlı.
Özel okulların bazılarında en azından oradaki olanaklar çerçevesinde bir kısmında belki kârlılığı artırmak, çoğunda işini daha iyi yapmak amaçlı değişik arayışlar olduğunu gördüm. Bazı okullar bu konuyu bir araştırma mantığıyla ele alıp, hangi yollardan etkili bir eğitim sağlayabileceklerini araştırıp becermeye çalıştılar.
Diğer yandan, uzun vadede bu tür öznel çabaların, bir fikir geliştirme ötesine geçebilmesi için kamunun öncülüğünde, kamunun koordinasyonunda çok değişik yerlerde ve koşullarda uzaktan eğitim uygulamalarının nasıl yapılacağının daha çok araştırılmasının gerektiğini düşünüyorum. Çocukları sahiden ve keyfi tercihe bağlı olmaksızın gözeten sistemlerin kamu sistemleri olması gerektiği konusunda tereddüt yok, bu sistemlerin başkalarına ihale edildiği ve kâra dayalı olarak yürüdüğü koşullarda işlerin nasıl gideceği kestirilemiyor.
Daha önce katıldığınız bir yayında söylediklerinizin bende uyandırdığı bir şeyi soracağım.
Salgınla birlikte okullar ve eğitim alanında yaşanan “krizli” hal aynı zamanda bir fırsat da yaratmış olabilir mi? Okul denilen şeyle ilişkilerimiz zaten oldukça takıntılı. “İyi bir okulda okursan hayatın kurtulur” gibi şeylerle başlayan “yemedim içmedim seni okutmaya çalıştım ki sokakta kalmayasın”larla devam eden. Bazen çocukların okulla ilişkilerini kendi toplumsal/akademik ihtiyaçları üzerinden değil de “ana babalarına” borçları üzerinden tanımlayan. Okulun varlık temelini oluşturan şeylerden oldukça uzak varlık nedenleri…
Acaba salgının yarattığı olağanüstü yoksunluk hali biraz da bu zinciri kopartmaya yaramış olabilir mi?
Bir yandan bu yokluk döneminde çocukların okuldan aldıkları şeyi daha fazla hissettiklerine, okuldan nefret ederken, okulu özlediklerine hepimiz şahit olduk sanırım. Bir yandan da sanki yapılamayan sınavlar filan derken, okulda, eğitim sistemimizde kendini kabul ettirmiş çarpıklıklara şöyle bir geri çekilerek bakma şansı elde etmiş olabilir miyiz?
Çocukların bu dönemde özlediklerinin ne olduğu çok açık. Öğretmenlerinin verdiği dersi değil ama öğretmenleriyle şakalaşmayı, ya da öğretmenlerinin kendilerine gösterdiği özel hissettikleri yakınlığı özledi çocuklar. Arkadaşlarıyla beraber zaman geçirmenin duygusal yoğunluğunu yaşadılar. Okulda yapılan yaramazlıkla, evden ekranda yapılan yaramazlığın coşkusunun aynı olmadığını gördüler. Uzaktan eğitim bir işi yapıp bitirmek ve gitmek gibi oldu. Okulda “fazladan” sayılan, boş geçen zaman, koridorda sınıftan sınıfa giderken geçirdiğiniz sosyal etkileşim anları, “boş” derste okulda olmanın getirdiği zorunlu fazladan arkadaşlarla zaman. Derste öğretmen görmeden haberleşmek için yanınızdaki arkadaşınıza (uzaktan eğitimde olduğu gibi) chatten bir mesaj atmaktan çok daha anlamlı bir bakış atmanızla gerçekleşen sosyal etkileşim. Çocuklar bunu özlüyor.
Okul bunu sağlıyordu. Bunu şimdi sokağa çıkabilsek bile artık mahalle sağlamıyor. Mahalle kurulu düzenin devamını kişilerin gelişiminden daha fazla ön planda tutan bir yer. Okul da bir yerde öyle ama en azından kuramsal düzeyde çocuğun gelişimini hedefleyen bir yapı. Okul kurum olarak nasıl çıktı, çok kabaca düşünün. Çocukların, okul olmayan ya da okul öncesi yıllarda daha ziyade adeta doğa kurallarının insafına bırakıldığı, altta kalanın canının çıktığı bir sisteme alternatif olarak gelmiş bir kurum. Okulun aynı zamanda kapitalizme iyi işçiler yetiştirme gibi bir gerekliliğin sonucu çıkmış olduğunu gözardı etmiyorum ama gelişim öncesine göre yeni eklentilerin olduğu, belki sistemin doğasının değişmediği ama her eklentiyle sistemin bir anlamda çarpıklıklarını düzelttiğimiz süreç.
Okullara baktığımızda bir çok şey için “olmasa da olur” diyebiliriz. Belki bunu açıkça tartışmanın da zamanı. Öğrenme, öğrenmemiz gerekenler, öğrenmek istediklerimiz, öğrenme biçimimiz konusunda bir tartışma. Bu tartışmanın ertelenmeden yapılması için de bir gerekçe uzaktan eğitim. Sanki hiçbir şey olmamış ve değişmemiş gibi okulları “eskisi gibi” sürdürmeye çalışmak, ister uzaktan olsun, ister yüzyüze, kapsamı tartışılabilir bir aşırılıkta ve genişlikteki müfredatı öğretmenlere ve çocuklara “yetiştirtmeye” çalışmak.. Öğretmekten ziyade rutini tamamlamak, bürokratik bir işlem yapmak gibi.
Uzaktan eğitim bütün acayipliklerinin yanısıra şu soruyu da getirdi: Okulda olmaya bir anlam vermek, anlam kazandırmak gerekiyor, bu nasıl olacak? Yoksa uzaktan yakından eğitimin her türlüsünü yapmak adeta imkansızlaşacak. Okulun içimizde olan dayanışma, paylaşma, öğrenme, yaratma gibi değerli bulduğumuz eylemlere yer verebildiği ölçüde hayatımızda anlamlı bir yer edineceğini düşünüyorum.