İstanbul’un elit özel ilköğretim okullarında anne-babalarının yemeyip içmeyip biriktirdikleri paralar ile okuyan orta/üst-orta sınıftan ailelerin çocukları okula alışma yıllarında statü duyarlılıklarını keskince geliştirirler. Bu statü duyarlılığı elbette yoktan varolmamıştır ; okul seçimlerinde Bir Cumartesi günü sınıf arkadaşlarının yaş günü partisine gittikten sonra evine döndüğünde ‘bizim evimiz niye küçük ?’ ya da ‘biz niye villada oturmuyoruz ?’ diye soran küçük çocukların ısrarıyla havuzlu sosyal tesisli nizamiyeli sitelere, ücra (ama sonradan arazi değer kazanır umudu veren) köşelerdeki villalara taşınanlarımız az mıdır?
Evlerimizde çocukların bağımsızlıklarını kazanmasının yolunun ‘kendine ait bir oda’dan geçtiğini düşünerek ona bir oda, hatta duruma göre iki oda tahsis etsek bile çocuğumuzun ne yapıp edip bizim yanımızda akşamı ve genellikle geceyi geçirmesi büyük ve çok odalı evlerin avantajları hakkında bir soru işareti yaratmalı.
Birbirimize sokularak iç içe girerek yaşama alışkanlığımız ya da ihtiyacımız biz onu yok saysak da hep ağır basar ; koskoca ‘villada’ odalar boş dururken gündüzleri mutfakta herkes bir köşeye ilişmiş oturur, akşamları da aynı yatağa sığışmış uyuyarak yaşam akar gider. Hızlıca servet sahibi olup saray yavrusu evlerde yaşamayı tercih etmiş aileler eski tek odalı evlerindeki ‘fakirdik ama mutluyduk’ yıllarını anar, kıymet bilmez evlatlarının hızlıca edinilmiş varlıkları nasıl har vurup harman savuracaklarının korkusunu taşırlar.
Yaşı büyüyüp anne-baba yatağından kendisini dışarıya atabilen çocuklar üst katı alt katı olan evlerde bu sefer anne-babadan olabilecek en uzak çapraz köşeye giderek, hem evden ayrılmamış hem de iletişimi uzak tutmuş olurlar. Zira mekanın dikey bölümlenmiş olduğu evlerde uzaklık hissi aynı kattakine göre daha hissedilir cinstendir. Çocuklar anne-babanın ‘içeriki’ odadan ‘yukarıki’ odaya göre daha hızla yanlarına gelebileceğini düşünerek, yirminci kattaki odalarına girecek hırsızdan duydukları korkuya daha fazla direnebilirler.
Büyük evin derdi büyük olur. Temizliğinden güvenliğine başkalarına bağımlı olduğumuz bu düzende çizgili gömleğimizin nerede olduğunu tam bilemeyiz; evin dolap düzenini bir ‘yardımcı’ oluşturmuştur. Sezgilere uymasa da düzeni düzeltecek kendi düzenimizi yaratacak fırsat yoktur. İçinde olduğumuz bu durumdan şikayet edip statü duyarlılığımızı harekete geçirdiği için modern zamana, kapitalizme, batının bizi düşürdüğü hallere atar tutarız. O ‘fakir ama mutlu’ hayatı özlemeye devam etmek hoşumuza gider; ama dönme olasılığı uykularımızı kaçırır.
Birisi çıkıp şöyle dese şaşırır mıyız ?: ‘topluca elimize biraz para geçtiğinde nizamiyeli sitelerde, havuzlu villalarda yaşamaya biz kendimiz bu kadar hevesliyken CB için yapılan sarayın 1000 ya da 1500 odalı olmasına itiraz etmek nasıl değerlendirilir?’
Cevabı düşüneduralım, çok odalı evlerdeki yaşamın eninde sonunda o evin bir odasına kısıp kaldığını da akılda tutmalı. Hoş, böyle büyük büyük bir ev almış olan eski bir arkadaşım odalar boşa gitmesin diye her akşam başka bir odada yattığını söylediğinde afallamıştım.
Anne-baba-çocuk ilişkisinde ayrılık ile kopma arasındaki sınırın nereden geçtiğini karıştırdığımızda, yapışık olmanın tercih edilebilir olduğunu sıkça görürüm. İşi sağlama almak açısından, çocuğa bağımsızlığı verme adına bağımsızlık için gereken hazırlığı yapmaksızın ‘salıverme’ ya da daha ‘elit’ dilde ‘özgür/rahat bırakma’ yaygın uygulama (bilhassa yazının başındaki toplumsal kesimde). Bu ‘özgürlükçü’ yaklaşımlar çocuğun donanımını biz iPad’imizde tvit atarken kendiliğinden (bir ek çaba göstermeden) kazanacağı varsayımına dayanıyor. ‘Özgür’ kalan çocuk oradan oraya yıllarca koşuştuktan sonra donanımsız haliyle eve dönüp bir odaya yerleştiğinde ‘bağımlı’ olduğunu fark ediyor. Kendi bağımsızlığını kanıtlamak adına olmadık hamleler yapmak ile ailenin iş takipçisi olmak arasında kalmış gençler sadece ‘düzen’in değil ‘bırakamayan’ ailelerin de ürünü sayılmalı.