Düşüncenizin eyleme dönüşmesinden ilk korktuğunuz zamanı hatırlar mısınız? Daha Türkçesiyle, akla gelenin başa gelmesinden korkmak da denebilir bu hale. Ya da, düşüncesi bile sizi ürkütebilen, rahatsız edebilen bir şey de diyebiliriz. Aklınıza gelmiş ve gelebilecek bin bir çeşit acayip, saçma, sapıkça, utanç verici düşünceyi şöyle bir kafanızdan geçirin. Çocuk halinizle o düşüncelerin gidiş-gelişlerini nasıl yaşamış olabileceğinizi bir tasavvur edin. Haydi, düşüncelerin bazılarını açıkça söyleyelim: Çok sevdiğiniz anne-babanıza bir zarar verebileceğiniz düşüncesi, mesela. Hiç olmayacak ve en istemediğiniz türden bir cinsel ilişkiyi hiç olmayacak birisiyle yaşadığınızı aklınıza getirmek, o düşüncenin kapıdan kovsanız bacadan girmesi gibi… Bu düşüncelerin hiç birisinin gerçekleşmediğini de herhalde aradan geçen zaman göstermiş olsa gerek. Düşünceler eyleme o kadar da kolay dönüşmüyor.
ine de ,sadece düşünmüş olmaktan dolayı, çok sevdiğiniz ve değer verdiğiniz bir aile büyüğünü cinsel bir gündüz rüyasına soktuğunuz için, kendinizi suçlayıp mahkum edebilirsiniz. Gerçekleşmemiş eylemlerin düşüncesinin suçlusu olarak kendinize layık göreceğiniz pek çok ceza olacaktır.
Kafanızdan geçenlerin başkaları tarafından fark edildiğini varsayalım. Bu tasavvurlara başkalarının ilk tepkilerinden birisi sizi suçlamak ve mahkum etmek olabilir. “Vay senin bu kadar yakının olana şöyle böyle yapmak ha”, ya da, “arkadaşın için nasıl böyle bir kötülüğü aklında geçirirsin”, ya da “demek o rafta gördüğün çikolatayı cebe atmayı aklından geçirdin” diyerek ceza yağmuruna tutulan bir çocukken haliniz nasıl olurdu? Düşüncenin eyleme dökülmesinde rol alan beyin mekânizmalarınızın gelişmekte ama mükemmelleşmekten uzak olduğu bir dönemde, düşünce-eylem ayrımı yapmanız zaten zorken, halinizi iyice zorlaştırmış olurduk. Yakıştırılan suçu işlememek için hiç düşünmemeye çalışır, öyle çabaladıkça da o istenmeyen şeyleri daha çok düşünmeye başlardınız. Bu ülkede yaşıyorsanız, böyle olma olasılığınızı beş’le ya da on’la çarpabilirsiniz.
Çocukların neredeyse beş yaş civarında düşünce ile eylemi ayırt etmeye başladıklarını düşünürseniz, düşünceyi suç sayan, kötü olduğu söylenen şeyler düşünülmesini kötülük yapmaktan kötü gören akıl kaç yaşında acaba?
Korkuyu aşmak, acıya dayanmak için prova
Bu gün benim yaşlarında olanların en zevkli yazlık eğlencelerinden birisi, açık hava sinemalarıydı. Baharın geldiğini yazlık sinemaların iskemlelerinin boyanmasından, dış duvarların sıvanmasından anlardık. İzmir’de “Gözümoğlu”, “Vâdi”, Karşıyaka’daki “Simeranya” (Rumca “yeni gün” filân gibi bir anlamı var galiba) sinemaları “çiğdem çekirdek” çıtlatan çocuklarla ve anne-babalarıyla dolardı. Filmler Ayşecik’ten, Turist Ömer’den başlayıp, İyi, Kötü ve Çirkin’e uzanan spektrumdaki her türü içerirdi. Film başlamadan önce, ya da film aralarındaki şamata, bağırış-çağırış, filmi takip etmeyi zorlaştırmak bir yana, keyfini arttırırdı. Belleğimi karıştırdığımda, Amarcord’un altmışlara ve yetmişlerin başına uyarlanmış şeklini seyrediyormuşum gibi geliyor.
Korku, sen şöyle yana kaykıl. Yaşımız büyüdüğünde, Türk filmleri, anne-babasından ayrı düşmekten korkan çocukların kâbuslarının perdede canlanmış hâli olmaktan çıktı. Korkularımıza yenik düşmemenin yollarından birisinin, korku ve kaygı vesilesi olan şeylerle dalga geçmek olduğuna karar verenlerimiz, acıklı Türk filmlerine gidip, kahkahalar atarak yerlerde yuvarlandılar. Bu şaklabanlıklarımız korkuya, “sen şöyle yana kaykıl” demekten ibaret olsa da, bir an için işe yarardı.
En olmayacak olayların bir çırpıda olup bittiği, kör gözlerin açılıp, ölülerin dirildiği, sevenlerin olmadık şekillerde ayrılıp, olmadık şekilde birleşmelerini “yaa, bu kadar da olmaz” dedirten biçimde anlatan Türk filmleri, görüntülü masallarmış. Bunu ancak anlayabiliyorum. Masalların gerçek olduğunu ancak kavrayabilmem gibi.
Ayrılık, bir türlü kavuşamama, mucizevi tesadüflerle birbirini bulma ve kaybetme, zenginleşip fakir olma gibi masalsı (eğlenceli ve ürkütücü) gerçeklerle ürkekçe karşılaşmanın tek yolu bu gibiydi. “Türk filmleri” bu beterin beteri hallere düşenleri seyrederek avunmamızda, kendi başımıza benzer felâketler gelmemesi için ne yapacağımızı bulmamızda bir ilk gençlik kılavuzu yerine geçiyordu. Dalga da geçsek, matrağa da alsak, dönüp dolaşıp o filmleri seyretmeye gidişimiz, korku filmini bir gözü kapalıyken, öteki gözüyle izleyen çocukların halinden farksızdı.
TV’de bir ara nostalji sineması diye tekrar gösterildiklerinde, “ya, o kadar da kötü değillermiş” diye izleyenlerimiz belleklerinde kalan görüntü kırıntılarını tekrar canlandırıyorlar. Ben, Çınarcık’taki Figen sinemasının üst balkonunda oturup, aşağıdakilerin kafasına attığım ayçekirdeklerini, herkes gözyaşları içindeyken attığımız anormal kahkahaları hatırlıyorum. Evinden ayrılmak zorunda kalan çocukları, kötü yola düşen anneleri ve ablaları, hasta yatağında ölmek üzereyken canlanıveren dedeleri, birden zengin olup köprüaltından Boğaz’a terfi eden yoksulları da hatırlıyorum. Çocuk kafamda büyüttüğüm dünya dertlerinin, sinema “perdesi” (duvarı, daha doğrusu) üzerinde yansımaları ile dertlerimin hafiflemiş olabileceğini düşünüyorum. Perdedeki felâketler komik biçimde gerçekleştikçe, benim başıma gelebilme olasılıklarını azaltıyorlardı sanki… Öyle gibi geliyordu.
Çocuk aklı işte!
* İlk biçimleri 2001’de yazılmış yazılardan derleme. Son 15 yılda olan bitene uzaktan tanık.