Medyaya yansıyan intihar haberlerinin iç burkuculuğunu ve moral bozuculuğunu bir kenara bırakıp ne olup bitiyor diye düşündüğümüzde, yaşamaktan vazgeçmeye akıl erdiremeyişimizle karşılaşırız. İntihar düşünce ve eylemine ve yaşama dürtüsünün kaybolmasına akıl erdirme çabasının ötesinde, engin bir düşünce birikimi ve psikiyatri bilimsel literatürü var. Ancak bugünün intiharları sanki her zamankilerden, diğerlerinden farklı düşüncesine kapılıyoruz. Günümüzün koşulları sanki ve adeta biz içinde yaşadığımızdan ötürü daha özelmiş gibi hissettiriyor, bugünkü intiharlara olan merakımızı kamçılıyor. Bu merakımızı bir dedikoduculuk, ne olmuş ne olmuşçuluk gibi görmeyin. Belki de hayattan vazgeçebilme ihtimalimizi düşünerek, “yeni korona” virüsün gelip bir gün bize bulaşmasından duyduğumuz korkuya benzer bir korkuyla doğan bir merak bu. Merak çok sayıda soruyla birlikte geliyor.
Örneğin, geçtiğimiz hafta hayatına son veren genç adamın bu davranışı içinde olduğumuz “pandemi süreci”, ve onun doğurduğu ruhsal durum değişiklikleriyle mi ilgili? Bilmiyoruz. Kişinin kim bilir hangi ruh halindeyken kaleme alıp yayınladığı belirtilen mesaja hayatta olmaması izin veriyormuşcasına elden ele dolaştırdığımızda, onun özel hayatını ihlal ettiğimiz gibi, bu durumun tam neden olduğunun cevabını da yanlış yerde arıyoruz.
Baştaki soruya dönüyoruz. Peki, ama intiharlar neden oluyor? Ülkemizin giderek içine battığı ve çıkmaz gözüken durumdan duyduğumuz moral bozukluğu intihar eylemlerini tetikleyebilir mi? Moral bozukluğu ile klinik depresyon arasında bir fark var mı? Aynı yaşam koşulları neden herkesi aynı ruh durumuna itmiyor? Her moralsizlik ya da umutsuzluk ya da gelecek kaygısı olan kişinin intihar riski aynı mı?
Yaşam koşullarının zorluklarıyla karşılaşmanın hem depresyon semptomlarını hem de intihar düşüncesini tetiklediğini gösteren çok sayıda çalışma içerisinde Caspi’nin 2003’te Science dergisinde yayımladığı (ve sonrasındaki yıllarda değişik çalışmalarla sınanmış olan) araştırmaları özellikle yol gösterici (www.sciencemag.org/cgi/content/full/301/5631/386/). O dönem özelikle biraz abartılı biçimde “intihar geni” olarak adlandırılmış olan 5-HTT genini taşıyor olmanın tek başına bir psikopatoloji ve intihar düşüncesi/davranışı doğurması başta düşük bir olasılık, ancak geni taşıyan kişinin yaşadığı zorlayıcı hayat olaylarının sayısı arttıkça aynı olasılık hızla yükseliyor.
Zorlayıcı yaşam olaylarının sayısı arttıkça, bir başka deyişle “ayrılık, yoksulluk, ölüm” gibi kendimizin veya kendimizi parçası hissettiğimiz aile, kent, halk gibi toplulukların yaşadığı veya başına gelen olaylar çoğaldıkça hepimiz için, ama en çok bu genetik yatkınlıkları taşıyanlarımız için riskler artıyor. Zorlayıcı yaşam olayları içinde özellikle yoksulluğun yeri kritik.
Bu yazının konusu olan intiharın (genç erkeklerde ülkemizde yüz binde 8 civarında) ötesinde geniş kitlelerin hayata bakışını değiştiren yoksulluk (ve yoksulluğa umutsuzluk katan eşitsizlik) bir yapısal şiddet unsuru.
Bir şiddet biçimi olarak yoksulluk ruhsal durumu zorlayıcı. Dahası toplumsal statüdeki değişiklikler, bilhassa aşağıya doğru sürükleniş kendini toparlamayı, kendini toparlamak için gereken umudu azaltarak, hatta yok ederek, özellikle çocukların geleceğe bakışlarını karartarak etkiliyor. Geleceğe bakışın karanlıklaşması bugün gelecek için yapılacak olanları, okula devam, bir beceri kazanma, toplumsal kurallara ve beklentilere uyum, hatta iyi beslenme, spor yapma gibi davranışları yapmamayı ve reddetmeyi getiriyor. Bir anlamda karamsarlık ile umutsuzluk diyebileceğimiz ikili duygu/düşünce hali yarın’ı olmayan bir bugünde yaşamanın rahatlığını tercih etmeyi doğuruyor. Dışarıdan bakıldığında işler her zaman böyle gözükmüyor, vur patlasın çal oynasın görüntüleri gerçek neşe ve eğlenebilme ile karıştırmak kolay. Bazı intihar olgularında “çok iyi gözüküyordu” yorumunda kendini belli eden şaşkınlık dışarıya yansıyan ile gerçek ruh durumu arasındaki uyumsuzluktan kaynaklanır. Umutsuzlar, o kadar umutsuzlar ki, hiçbir şeyin içinde olduklarından daha kötü olmayacağını düşünüyor ve her durumda kendilerini çok iyi şeylerin beklediğine inanmaya başlıyorlar. Alın, size umutsuzluğun getirdiği iyimserlik. İyimser olalım dendiğinde gerçekçi ve bir gelecek hayaline dayalı olmayan, “günümüzü gün edelim iyimserliği”nin de öldürücü bir potansiyeli var.
İçinden geçmekte olduğumuz toplumsal kriz şartlarınnın ruhsal etkisinin sadece günümüzdeki intihar olayları ile sınırlı kalmayacak. Ya da intiharların her zamankinden daha yüksek sayıda olmaması bizi rahatlatmamalı. Zira zorlayıcı yaşam olayları özellikle çocukların ve gençlerin yaşamında bugünle sınırlı kalmayan, hatta esas etkisi gelecekte gözlenen ruhsal değişiklikler, sosyal davranış değişiklikleri ve beyin gelişimi farklılıkları doğuruyor. Yoksulluk beyin gelişimini özellikle kortikal gelişimin göstergesi olan beyin yüzölçümünü azaltarak gösteriyor; yaşam süresi göstergesi olan telomer gibi genetik materyellerin kalitesi yoksullukla ve toplumsal eşitsizlik hiyerarşisinin altlarına düştükçe kötüleşiyor, ömür kısalıyor. İstismar, kötü muamele, toplumsal şiddet, dışlanma ve ayrımcılık gibi zorlayıcı yaşam olayları ile karşılaşarak büyümüş çocukların ruhsal durumlarındaki bozuklukların yanısıra özellikle kalp ve damar hastalıkları riskleri artıyor.
Umutlu, çocukların ve gençleri kendilerini güvende hissettikleri, anlaşıldıklarını düşündükleri bir yaşama ortamı yaratmak… Bu ortamlar, en ağır koşullarda bile oluşturulabilir. Umutsuzluk ve karamsarlık ile mücadele sadece ruh sağlığı alanında sürdürülecek bir iş değildir, en başta toplumsal eşitsizliği ve yoksulluğu azaltmayı hedefleyen bir bakış içermelidir.
İntihar ile ilişkili ruhsal bozuklukların başında gelen depresyon hakkında özet bilgi
Depresyon çeşitli mekanizmalarla ortaya çıkan, ergenlik ve gençlik döneminde başlayan, ciddi yaşamsal sonuçları ruh sağlığı ile sınırlı kalmayan bir ruhsal bozukluktur. Bu bilgi notunun amacı dışına çıkmamak için ayrıntılarına girmiyorum, ancak, çocuklar ve gençlerde depresyonun tipik özellikleri, öfke ve sinirlilik, davranış sorunları, ümitsizlik, içe kapanma gibi durumları içerir (büyüklerdeki üzüntü, neşesizlik gibi özelliklerden ziyade); üstelik, hakim olan negatif duygular olsa bile duygular hızlı biçimde değişir. Gündelik hayattaki üzüntü, mutsuzluk ya da keyifsizlik gibi duygularla bir ruhsal bozukluk olarak depresyonu ayırt etmek gerekir; depresyonda en az bir hafta devamlılık gösteren, hayatın gereklerini yerine getirmeyi giderek engelleyen bir duygudurum vardır.
Depresyondaki bir çocuk veya genci dinlediğinizde, ümitsizlik (işe yarar ve anlamlı bir hayat yaşayabileceğinden ümidi kesme) ve kendine değer vermeme (bazen aşırı bir güvenle maskelense bile) düşüncelerini, yoğun bir karamsarlığı hissedebilirsiniz. Çocukları ve gençlerin akıllarına geleni yapmakta aceleci ve sabırsız davranmaları (dürtüsellik), uzun vadeye ilişkin, kapılıverdikleri ümitsizliklerinin ve ölüme duydukları arzunun, kendilerini öldürme eylemine dönüşmesini kolaylaştırır ve hızlandırır.
Bu konuda Dr. Sebla Gökçe’nin kaleme aldığı daha ayrıntılı bir yazıyı http://www.yankiyazgan.com/ergen-olmak-mi-olmek-mi/ adresinde bulabilirsiniz.