Beynin hareket sistemini etkileyen ya da duygu/düşünce bölümüne etkileri olan hastalıklara ilgimin başladığı yıllarda (sonradan Tourette Sendromu gibi psikiyatrik yanı daha ön planda olanlarla ilgilendim) Parkinson hastalığı nöroloji kliniklerinde konsültan psikiyatr olarak sıkça çalıştığım durumlardan birisiydi (1980’lerden bahsediyorum!). Nörolojik hastalıklarda rastlanan psikopatolojilerin yanısıra beyinde görünür değişiklikler oluşturan hastalıkların (MS gibi) ile kişilik yapısı arasındaki ilişkiler ilgimi çekiyor, bunlardan kendi klinik uygulamalarıma dönük sonuçlar çıkartmaya çalışıyordum. Oliver Sacks’ın ölümü sonrasında hayranı olduğum bu yazar/hekime ilişkin yazdıklarımı arşivden çıkartmaya başladım. Bu yazıda Parkinson hastalığı, romantik bilim gibi o sıralarda üstünde durduğum kavramlara değinmişim (1988 gibi).
Parkinsonizm’i olan hastaların “dakik, ciddi, kararlı, kurallarına bağlı, kimilerine göre, ağırkanlı, düzenli ve mükemmeliyetçi” kişilik özelliklerine sahip oldukları söylenir. Bu genel kanıyı destekleyen kişisel gözlemlerimde, fazladan birkaç şey daha var. Tanıdığım çoğu parkinsonlu’nun bütün o ağır ve ciddi havalarının ardında müthiş bir mizah duygusu seçiliyor. Ümitsizliğe daha kolay kapılıyorlar, sadakat duyguları ise normları zorlayacak derecede fazla. Söz gelimi, bağlandıkları bir hekimi kolayca değiştirmiyorlar. Yeterli neden olsa bile. Alışkanlıkları da çok önemli. Alışkanlıklarının alışılmış örüntüsünün dışına çıkmaya zorladığım birkaç kişiden aldığım tepki, aynı şeyi bir daha denemekten beni alıkoymaya yetmiştir. Parkinsonluların alışkanlıkları ile ilgili bir gözlemim daha var ki, bunu tam olarak ifade etmek biraz güç.
Bu insanların alışkanlıklarının genel olarak neler olduğuna baktığımda, dikkatimi tek bir şey çekti. Büyük bir bölümün keyif verici bir uğraşı pek yoktu. İş hayatlarında ya da özel hayatlarında ‘optimal’ çizgiyi hep tutturmuş, hep mükemmele yaklaşma çabasındaki bu insanların, keyif için yaptığı şeyler çok azdı. Üstelik, varolanlar ise çok uzun zamandır aynıydı. Alışkanlıklarının tümü için söylenebilen “değişmezlik”, keyif veren, belli bir sonuca ya da amaca ulaşmayı hedefleyen tipteki eğlenceli alışkanlıklar için de geçerliydi.
Kişisel izlenimler
Bu kişisel izlenimimi, diğerleriyle birlikte, kafamın arkalarda bir köşesine yerleştirdim. İzlenimlerimi açıkça ifade edebilmek için yeterli özelliklere sahip değillerdi. Yani, bilimsel objektifliğin gerektirdiği sayıda gözleme dayanmıyorlardı. Karşılaştığım parkinsonlular, bütün parkinsonluları temsil edecek durumda değillerdi. Üstelik, izlenimlerim kendi gördüğüm insanların hepsi için kayıtsız şartsız geçerli sayılmazlardı. Objektif ölçümler yapmamıştım; birikimim henüz yeterli düzeye varmamıştı, vs. vs.
Bir de böyle bir izlenimi destekleyecek tipte başka izlenimlerle karşılaşabileceğim en esaslı piyasa yeri olan bilimsel kitap ve dergilerde, bilhassa keyif ve zevk uğraşları vurgulayan bir yazıya rastlamamıştım. Dolayısıyla izlenim “deklare edilecek” kıvama gelmemişti.
Bir gün dergileri karıştırırken, ABD’den Matthew Menza ve arkadaşları’nın geçmişten o güne dek parkinsonluların kişilik özelliklerini inceleyen araştırmaları derleyen çalışmasına tesadüf ettim. Menza’nın çalışmasında, parkinson’lulardaki kişilik özellikleri geçerli bilimsel ölçütlere göre belirlenmişti. O güne kadar söylenenlerin ve gözlenenlerin, tekrardan, ama daha “hakiki bilimsel” bir dille ifade edildiği bu yazıdaki keyif ve zevk verici alışkanlıklarla ilgili saptamalar, kendi gözlemlerimi yazıya dökmemde yüreklendirici oldu. Menza’nın bir başka belirlemesi de keyif verici alışkanlıklardan birinin adını koyuyordu: sigara! Parkinsonlular standartlardan çok daha az sigara içiyorlardı. Nikotin’in özellikle hareket ve motivasyonda rolü olan dopamin sistemi ile ilişkisi göz önüne alındığında anlamı olan bu
Benzerlik ve ayrılıklar
Konunun eksperleri için bildik pek çok şeyin tekrarlandığı ve bilimselleştirildiği bu klinik-araştırma yazısına Oliver Sacks’ın “Uyanışlar”ını okuduktan bir süre sonra rastlamıştım. Benzer temaları ve önermeleri Sacks’ın kitaplarında da görmek mümkündü. Ama bana yazma cesaretini veren pek tuttuğum Sacks değil de Menza olmuştu. “Romantik bilim” insanı değil de, ‘hakiki bilim’ insanı; bir başka deyişle….
Menza ile Sacks arasındaki benzerlik ve ayrılıkları düşündüğümde, şu soru cevabını arıyor: araştırmacılık ile klinisyenlik bir arada olduğunda (güvenilirlik dışında) neler ortaya çıkabilir.
Her olayı, her kişiyi bir istatiksel eğriler gözlüğünden görmek, hastaları araştırmalar için taşıdığı anlama göre değerlendirmek, bunun dışında kalan kişileri ve yönleri ihmal etmek gibi bir kaç sakınca ilk akla gelenler. Bir bakıma da, bu sakıncalar, başarılı bir araştırmacının kimliğinin önemli ayrıntıları olarak görülebilir. Kafayı belli bir şeye takmak ve o şeyle yatıp, o şeyle kalkmak, pek çok bilim adamlarının biyografisinde bulunan bir hayat tarzıdır.
Bilimselliğin kimi zaman bir dogma gibi sunulduğu, bilimin kendi iç değişkenliğinin unutulduğu bir devirde, araştırmacılara atfedilen “kuruluk, katılık”, “hastanın kişiliğine ve hayatına önem vermeme”, “hasta hekim ilişkisinin yerini tam değerlendirmeme ” gibi özellikler, bildiğimiz “iyi” doktorların (pür klinisyenlerin) kimileri için de geçerli sayılabilir. Zira, onlar da bizzat araştırmacı olmasalar bile, araştırma verilerine ve sonuçlarına göre klinik stratejilerini çizmek zorunda olan profesyonel kişiler. “Uyanışlar” filmine esin kaynağı olan Dr. Oliver Sacks, hem araştırmacı, hem de klinisyen ünvanları taşıdığı ve öyle de çalışmış olduğu için, bu “zorunda”lığın dışına çıkma ihtiyacını içinde bir yerlerden hissetmiş.
Filmde gösterildiği kadar olmasa da, bayağı kapalı devre bir araştırmacı yaşantısı sürdüğü zamanlardan sonra, Sacks hastalarının ve hastalıklarının öykülerini yazmaya başladı. Geçen yüzyıl başlarına damgalarını vuran Psikiyatrinin devlerinden Kraepelin’in veya nöropatolog Alzheimer’in yazdıkları vaka öyküleri de, bu ayrıntıcılık sayesinde şu Balzac’ın “Vadideki Zambak”ı bilmem kaç sayfada anlatması gibi, uzar giderdi.
Sonuca varmak kaygısı yok
Sacks’a göre, kaybolup giden bu gelenek canlandırılsa, asıl bilimin ihmal etmek zorunda olduğu pek çok ayrıntılı ve bireysel farklılık tekrar göz önüne çekilebilir. Böyle bir romantizm, pür klinisyenin veya araştırmacı-klinisyenin hastasıyla gerçek bir insan ilişkisine girmesini sağlar. Sacks bunu birinci kazanç sayıyor. Ayrıca, her bireyde, farklı bir kılıkta ortaya çıkan hastalık hakkında bilgimiz, “hakiki” bilim ölçülerinde de, değer kazanacak kadar genişler ve çeşitlenir. Ama, hakiki bilimin ilgisini çeken farklılıklar ve çeşitliliklerden ziyade, benzerlikler ve ortaklıklardır. Açıkçası eldeki araç-gereç de buna göredir; benzerliği ve ortaklığı olan şeyleri bir araya getirip incelemek mevcut mantığa göre çok kolay ve sonuca varıcıdır.
Galiba, Sacks’ın (ve benzeri düşünenlerin) farkı, zaten “sonuca varmak”gibi bir kaygıyla sahip olmamak. Hastalığı her bir hastanın dünyası içindeki şekliyle, tedaviyi de o dünyanın içinde yürütmek romantik klinisyenliğin tarzı… Sözgelimi, filmdeki, ancak kareli taşlarla kaplanmış zeminde yürüyebilen kadında olduğu gibi. Ya da, yine filmden bir örnek , sadece uyku hastalığına yakalandığı dönemin müziğinin ritmiyle hareketsizliğinden “uyanabilen”, iyileşen Parkinsonizm’li hastada olduğu gibi… Sacks’ın ‘romantik bilimi’nin topladığı verilerden oluşan yığın, bu yazıda Menza’nın temsil ettiği ‘hakiki bilim’in işleminden geçtiğinde olanlar ise, tıp ya da bilim kurumunun resmi görüşü olarak kullanıma giriyor.