Ergenlerin ve gençlerin çoğu erkek olan bir kesiminin internet ve oyun düşkünlüğü geçmişteki kahvehane kültürünün yerine (en azından yeni kuşak için geçti. Bir zamanlar okey’e dönüp, tavlayı rakibin koltuğunun altına kıstırıp dalga geçenlerin günümüzdeki mirasçıları şimdi LoL, CoC gibi oyunlar oynuyor, online bağlandıkları takım arkadaşları ile hiç tanışmadan yakın oluyorlar. İnternet oyunları başlığı altındaki oyunların içerikleri ve anlamları bir yana, önemli bir ortak özellikleri var: Büyük bölümü free to play (oynaması bedava!). Bir tür halka hizmet felsefesi gibi gözüken bu oyunlarda zaman içinde, oynadıkça bir şeyler değişiyor. Örneğin, oynadığınız karakterlerin donanımlarının (zırhları, kılıçları gibi) zenginleştirilmesi, ordunuza yeni eleman alımı gibi işlemlerin ya da çok zevkli olmayan ama geçmeden üst ve daha eğlenceli oyun basamaklarına geçilemeyen aşamaları oynaya oynaya aşabiliyorsunuz. Bu monotonlaşıp zaman aldığı gibi, oyunun en zevkli bölümüne ulaşmanızı geciktiriyor. Hem sıkılıyor, hem de bir şeyleri kaçırıyorsunuz!
Bu ruh hali tanıdık geldi mi?
Gelin görün ki sıkılmaya ve hayatı kaçırmaya bir çözüm var. Basamakları hızlıca atlamak için bir pass satın alabilirsiniz. Düşük sayılabilecek ücretlerle (50 sent vb.) satın alınan bu ayrıcalık kartı internet oyunları dünyasında hızlı (ve zahmetsiz) yükselişin yolunu açar. Gereken parayı vermeyenler ise ha babam oynayarak ücretli kullanıcılara yetişmeye çalışırlar.
Beklemenin verdiği rahatsızlığı size tarif etmeme gerek yok. Beyin çalışmaları bekleme’nin ve bekleme beklentisi’nin sıkıcı ve yorucu etkisini (mutlaka beyindeki etkisini de göreyim, başka türlü inanmam diyenleri de ikna edecek düzeyde) gösteriyor. Bu durumu bir zahmet olarak tanımlarsak, zahmetten, zevksiz olandan ve zaman alan’dan kaçmaya yatkınlığı makul buluyorum. Enayi durumuna düşmemek, beklemeyip aradan sızmak da makul olduğu gibi makbul de. İnternet oyunlarının çağımızın ruhunu yakaladıklarını mı, yoksa oluşturduklarını mı, biz tartışa duralım, yazının başındaki kahvede zar tutanlar, taş çalanlar biz de buradaydık diyorlar. kestirme yollardan giderek zahmetsiz, yorulmadan hızlı yükselme yeni değil elbette; ama bir tık ötemizde denecek kadar kolay. Bana oyun oynamak zararlı mı diye sorulduğunda cevabımın ilk basamağı oyunun nasıl oynandığı, zahmetli mi zahmetsiz mi?
Zahmetsiz elde ettiğimiz başarılar bizim mi, değil mi? Parasını verdik aldık diyeceğimiz, ama parasını nereden bulduğumuzun bile belli olmadığı bu başarılarla yükselip bir noktaya geldiğimizde, oraya nasıl geldiğimizi anlayamamış olmak her şeyi bitiriyor. Hak edilmemiş başarı ve statülerde olanların buna bulduğu çözüm ise kendini doğuştan hak eden olarak tanımlamak. Sağda solda gördüğünüz her şeye hakkı olduğunu sanan herkes bu mekanizmayla düşünmese de, internet oyuncularından paralı pass alanlarda bunu görebiliriz.
Oyunlara ilişkin bilgilerini benimle paylaşan tövbekâr ergen, “Ama beklemek çok sıkıcıydı, kim beklemek ister ki?” diye sorup devam etti; “Her şey daha kestirmeden olsun istiyordum. Ne acelemiz var aslında, ben zaten büyümeyi de hiç istememiştim.”
Bilimi herkes anlamalı mı ?
“Gen Bencildir” yazarı Richard Dawkins’in ilk sahibi olduğu Oxford Üniversitesi’ndeki “Halkın Bilimi Anlaması İçin” adlı profesörlük kürsüsünün kuruluş amacı “bilimi işin özünü oluşturan akademik nitelikleri kaybettirmeden halka iletmek/anlatmak” olarak tanımlanmıştır.
Hekimlerin çoğumuza hatta bazen kendilerine bile anlaşılmaz gelen dilinin içinde derdinin ucunu kaybeden çok kişi olur. Çocuklar dertlerinin hekimce tanımlanışının içinden en önemli ve anlamlı olanı şaşırtıcı bir kolaylık ve ustalıkla çekip çıkartır, anlatılanların özüne iniverirler. Çocuklarla çalışan hekimlerin bir şansı çocuk hastalarının onlara verdiği bu ‘derdini anlatma’ eğitimidir. Çocuklar aynı iletişim dersini anne-babalarına da verir. Öğrencilerin performansından çocuklar sorumlu sayılmaz, elbette.
İletişim, bir açıdan, zihnimizde oluşup ağzımızdan çıkanın başkasında yarattığı etkidir. Bildiklerimizi her anlatışımızda sözlerimizle tanımladığımız durumlar başkalarının zihninde yeniden tasarlanıp bir anlam kazanacaktır. O zaman ağzımızdan ya da kalemimizden çıkan her sözü en iyi ve en doğru biçimde anlatma yollarını ararız; böylece söylediğimiz ile söylemek istediğimiz berraklık ve açıklıkla birbirine kavuşur.
İster başı ağrısın, ister ruhu incinsin, isterse eklemleri sızlasın; hastalarımıza berrak bir dille dertlerini, kökenlerini tanımladığımızda, yaşamlarının kontrolünü hastalıklarının elinden almayı daha iyi başarabilirler.
*Dr. Aynur Özge’nin editörlüğünde yayımlanan Anne Yapamam, Başım Çok Ağrıyor kitabına yazdığım sunudan