Büyük takımın futbol altyapısında yetiştirmek üzere ergen yaştakilerden adayların seçileceği gün saha 100lerce çocuk ve ailesiyle daha sabahtan dolmuştu. Babasının şoförü Kaan’ı stad girişine getirdiğinde, imzalı forması, pırıl pırıl kramponlu ayakkabıları ile küçük bir Messi edasıyla arabadan indi. Etrafta kendi çevresinden alışık olmadığı çocuklara uzaktan, çekinme mi, kibir mi anlaşılması güç bir ifadeyle baktı. Az sonra sahada koşturmaya başladıklarında canla başla mücadele eden, futbolu sadece kendilerini değil ailelerini de kurtarmak için bir ‘yırtma’ aracı olarak gören diğer çocukların yırtıcı oyununu, topa girişlerindeki cesareti, top sürüşteki süratini izlerken bu ifade hayrete dönüştü.
Eve geldiğinde annesine ‘içimden kendimi o kadar parçalamak gelmedi, onlar nereden buluyorlar o enerjiyi’ diye sordu. Annesi, ‘yaşamak için oynuyorlar, can havliyle’. Kaan ‘can havli’nin ne olduğunu soracaktı, ama üşendi. ‘Arda kadar meşhur olursam daha lise bitmeden, okumam gerekir mi? Paramız var nasıl olsa bizim,’ deyip cevap bile beklemeden odasına geçti.
Zengin çocuğu olmanın getirdiği dertler arasında ‘motivasyonsuzluk’ anne-babaların başa çıkamadığı dertlerden sayılır. Para kazanmak, ‘yırtmak’ ve sınıf atlamak gibi hedeflere zaten ulaşılmış olduğunda, çocukların iyi bir eğitim alması ya da bir spor ya da sanat dalında yetkinleşmesi için ne sebep kalır? Sonuç odaklı yetişmiş anne-babalar, çocuklarına motivasyon sağlamak için para, mevki ya da başka bir zorunluluk dışında neyi önerecekler?
Aynı bakışla yoksullar, hatta orta sınıflara mensup çocuklar da toplumda mevki ve varlık açısından yükselmek dışında bir hedefe sahip olamayacaklarından, zenginleştikçe hırslarını yitireceklerdir. Yoksul çocukların yükselme hedefini canlı tutmak için ‘star’ olmak ya da piyangoda talih kuşunun konması olasılıklarını akla getirici programlar, başarı öyküleri, motivasyonel konuşmacılar, ‘siz de yapabilirsiniz’ söylevleri ile hırs pompalanırken, büyük bir kitlenin içinden kurtulan birkaç kişiden birisi olmaktan öte bir hayal kurulamaz. Öne geçmenin, başkalarının omzuna basarak yükselmenin makbul değer sayıldığı bir dünyada acımasız rekabet ile işbirliği arasında bir tercih yapmaya zorlanır, takım seçmeleri, müzik yarışmaları, seçme sınavları arasında koşuşturarak yukarı tırmanmaya çalışan çocukların çoğu akıntıyla sürüklenir giderler.
‘Eğitim şart’ ya da ‘her şeyin başı eğitim’ şablonlarının gülünüp geçilen, bu halleriyle bir anlam taşımaz hale gelen cümleler olduysa, hangi eğitim, kime eğitim sorularına yanıt içermediklerindendir. Şart olan ne? Okul çağına gelene kadarki dönemde kazanabilecekleri sayesinde hem iyi bir eğitim alma olasılığı artan, hem de kişilik özelliklerini geliştirici bir ortamda büyüme fırsatı yakalayan çocuklar hedefleyen bir eğitim şart. Okul öncesi dönemdeki gelişime odaklanan bir eğitim sağlandığında yoksul ile zengin arasında giderek büyüyen uçurumun etkilerini altta kalan sınıflar lehine düzeltmek mümkün, bunu zaten biliyorsunuz.
Ancak okul öncesinden başlayan bir eğitim adaleti sadece bilişsel/zihinsel gelişim anlamında bir açığı dengelemiyor, aynı zamanda başkalarının önüne geçmeksizin, gereksiz bir yarışa girmeksizin kendi yolunu açabilmek için bir olanak veriyor. Bir anlamda yaşama ahlakını başkasının önünde olmaktan ziyade yanında olmaya çevirecek bir küçük yaşta eğitim eşitliğini sağlamayı hedef koyan siyasi programlara ihtiyaç var. Başlangıçtaki dezavantajları çocuk yetişkin olduğunda telafi etmeye çalışmak iyi hoş, ama etkinliği düşük.
Her şeyin maliyetini hesaplayan Amerikalılar (bkz. James Heckman, ekonomi Nobelli U Chicago prof.) masraflı bir yatırım olan okul öncesi dönemde aileye ve çocuğa dönük eğitimin maddi getirisinin %10’u aşarak borsaya yatırılsa ele geçecek olandan yüksek olduğunu ortaya koymuşlar. Üstelik çocukların 5 yaşından önce kazandıkları okuma-yazmaya hazırlık gibi derslere dönük becerilerin yanısıra değişik deneyimlere açıklık, kendini kontrol edebilme, duygularını karşısındakini kırıcı olmadan ifade edebilme gibi sosyal ve duygusal beceriler de bu yoldan ediniliyor. Anne-babanın paralel aldığı eğitim ile çocuklarını desteklemeleri, kendilerini daha iyi tanımaları mümkün oluyor. Ülkemizde AÇEV’in (Anne-Çocuk Eğitim Vakfı) öncü nitelikteki çalışmaları ile kendi ulaşabildiği alanda okul öncesi çağındaki çocuklara ve anne-babalara sağladığı yararın hesaplanmış ekonomik katkısının da ABD’dekine benzer ölçülerde olduğunu düşünürsek, belki her şeyi maliyetiyle gören ya da görmek zorunda olanlar için daha ikna edici olunur.
Çocukların eğitim ihtiyaçlarını daha iyi karşılamak, ‘iyi üniversitelere’ giriş şanslarını arttırmak, yüksek puanlar almalarını sağlamak için adımlarımızı yaşları büyüdükçe sıklaştırıyoruz. Yaşları büyüdükçe daha iyi bilinen okullara, daha sıkı dersanelere gönderme çabamız da iyi okula giderse daha iyi geleceği olur inancımızdan kaynaklanıyor. Üst sınıflardan aileler çocuklarındaki motivasyonsuzluktan şikayetlenip yoksul çocukların aradan sıyrılan birkaç kişinden birisi olmak için yırtıcı kazanma hırsını kendi çocuklarına örnek gösteriyorlar. Beyhude yere. Ülkemizde hem ‘zengin çocukları’, hem de yoksul ya da orta halli ailelerin çocukları, hayatta hemen elde edeceği sonuçlar dışındakileri önemsemeyi, sabretmeyi, beraberliği öğrenmek için altın bir çağ olan 0-5 yaş dönemini (olması gereken: 60 ay, ana sınıfı; 72 ay, 1. sınıf) toptan ıskalıyorlar. Çok küçük bir bölüm çocuklara uygun kaliteli bir okul öncesi eğitim alabiliyor. Oysa, toplumsal eşitsizliği sıfırlayamasa bile, eşitsizlik içinde sağlanabilecek en büyük katkıyı vemek için başka bir zaman yok.
Pingback: ASIL EĞİTİM OKULDAN ÖNCE | TU&AL EĞİTİM DANIŞMANLIK, KOÇLUK, ZEKA VE YETENEK GELİŞTİRME