Psikopatoloji ruhsal durumların bozulması ile ortaya çıkan tabloları tanımlamaya ve anlamaya çalışan bir bilim alanıdır. Psikiyatri psikopatolojinin anlaşılmasını ve açıklanmasını hem koruyucu hem tedavi edici tıp yaklaşımlarının temel bir parçası olarak benimsemiştir. Ruhsal durumdaki bir değişikliğin patolojik olup olmadığı ise sadece tıbbın/psikiyatrinin klinik bir konusu ya da nörobilim, psikoloji gibi disiplinlerin araştırma odağı olmanın ötesinde toplumun bir meselesi sayılır. Normal ile anormal arasındaki ayrımı yapabilmek her zaman bir uzman görüşü gerektirmez; son sözün, daha doğrusu mührün uzman tarafından vurulacak olması toplumun anormal ya da patolojik olanı bulup çıkartma özelliğini, bir anlamda yeteneğini, ortadan kaldırmaz. Otizm tanısı çocukların gelişiminden endişe duyan annelerin aklına ‘çocuğum otizm olabilir mi?’ sorusu geldiğinde, 10 çocuktan 8’inde kuşkusu isabetli. Tam tersi olduğunda, anne “çocuğumda otizm olamaz” dediğinde ise en fazla 10 çocuktan 5’i için geçerli bir kanaat belirtiyor; şans gele bir cevap gibi.
Normal ve anormal ya da patolojik ayrımının otizm gibi ciddi ve önemli bir nörogelişimsel bozukluk için bile zorluklar taşıdığını gösteren bulgular var. Güney Kore’de yapılan bir epidemiyolojik çalışmada, çocuklar kliniklerde değil okullarda yapılan görüşme ve değerlendirmelerle tanılandığında Otizm Spektrum Bozukluğu tanısı alan okul çağındaki çocukların oranı yüzde 2.6 iken, bunların sadece yüzde 0.8’i o güne kadar otizm tanısı almış. Kalanı (tanı alabilecek durumda olanların neredeyse üçte ikisi) ise kendilerini otizm ya da bir nörogelişimsel sorunları var gibi hissetmeksizin ve “otizm değil” olarak yaşamlarını sürdürmekte. O zaman hastalığın rahatsızlık vermediği zaman tanılanmaz olması gibi bir özelliğinin patolojik olan ile olmayan arasındaki sınırı daha da belirsizleştirebileceğini düşünebiliriz.
Bu noktada “patoloji var ama tanınamıyor” ile “patoloji gelişmekte ama henüz var denemez” (prodrom terimi) arasındaki ayrımı yapmak lazım. Örneğin, otizm tam olarak ortaya çıkmadan önce var olan cinsten “otizm öncesi” bir gelişim göstergesi saptanmış olsa, bir risk geni ya da sonrasında otizmin ortaya çıkması olasılığını çok yükselten bir gelişim kusuru bilinse, bu kişileri otizm riski olan olarak sınıflayıp, otizm diyemiyor olsak durum farklı mı olacak? Şu anda kullanımda olan bazı tarama ölçeklerindeki sorular ile bu risk gruplarını belirleyebiliyoruz; ama patoloji tam mevcut olmadan şüphe üzerine nasıl hareket edileceği hususunda mutabakat olmayabiliyor.
Daha başka örnekleri tarama ile saptanabilen, ancak tarama yapılmadıkça fark edilmeyecek olan hastalıklardan (meme kanseri, prostat kanseri) verebiliriz. Patolojinin varlığını saptamak ile birlikte kişinin hasta olması arasında dolaysız bir ilişki de kurulamayabilir. Patolojik olanın (bir doku, bir hücre) kişinin öznel olarak hasta hissetmesiyle örtüşmemesi durumunda tanı konmuş olsa bile tedavinin geciktiğini sıkça görüyoruz. Hatta kanser örneğinde olduğu gibi zarar verici ya da öldürücülüğü çok gecikmeli olarak ortaya çıkacak patolojik durumlar için herhangi bir tedavi uygulanmaması olasılığı da kararlaştırılabilir.
Patolojik ya da anormal olanı saptayıp ayıklamaya çalışmamızın toplumun homojenliğini korumak gibi daha sosyal gerekçeli görünmez nedenleri özellikle ruhsal bozukluklarda (enfeksiyonların zor tedavi edilir zamanlardaki karantina uygulamalarını hatırlatan) tecrit uygulamalarına kadar uzanan sonuçlar doğurabilir.
Çocuk ve gençlerin ruh sağlığını korumak amaçlı patoloji saptama çabaları ise, bireyin gelişimini “stabilize” ederek, toplumda verimli ve üretken bir birey olarak yer alışını sağlama alma makro-gündemiyle ilişkilendirilebilir. Toplumsal yapıyı homojen (tek parça) ve stabil tutma “gizli gerekçesi”yle de olsa çocukların (ve ailelerinin) yaşam kalitelerini ve hayattan alabileceklerini sağlama almalarına yardımcı olacak bir bakış açısıyla düşünmeye devam edelim. Çocuğun patolojik/anormal bir gelişim çizgisine kayması sonrasında ortaya çıkabilecek sayısız patolojiyi önleme fırsatını nasıl değerlendirebiliriz?
Örneğin, genetik/kalıtımsal etkenlerin problemin ortaya çıkışının yüzde 80’ini oluşturduğu dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu (DEHB) gibi kalıtımsallığı çok yüksek problemlerde yüzde 20’lik genetik olmayan (psikososyal, ekolojik vb) etkenleri değiştirerek dikkat eksikliğinin hayatı etkileyişini değiştirmek mümkün olabilir. Dikkat eksikliği genlerinin varlığını gösterdiğimizde bile, çocuğun hastalanıp hastalanmayacağı (genetik tanı var, hastalık henüz yok) anne-babanın çocuğa yaklaşımındaki duygu ifade ve iletişim tarzına, okul ortamının çocuğun öğrenme özelliklerine uygunluğuna bağlıdır. Öfke, kızgınlık gibi korku yaratan negatif duyguların ağır bastığı ailelerde DEHB’ye genetik yatkınlık taşıyan çocuklar DEHB semptomları göstermeye başlarken, sevecen, tatlı sert bir öğretmen, çocuğa göre düzenlenmiş bir müfredat ve sınama sistemi ve duygusal zekâ ilkelerinin herkesçe benimsendiği bir sınıf/okul ortamında DEHB genleri taşıyan çocuklarda DEHB semptomları çıkmayabilir. Genetik yatkınlığın hastalığa dönüşmesini engelleyebilecek, dönüşse de hastalığı hafifletecek aile ve okul ortamlarının ortak karakteri çocuğa verilen önem ve değerin yetişkinlerin doğal tarzı olmasıdır.
Normal ile anormal arasındaki farkların bazen silikleştiği, bazen de birbiriyle karıştırılamaz denli ayrıştığı olur. Örneğin, şiddet, travma, istismar gibi olayların yaygınlaştığı, savaş ahlâkının egemen olduğu dönemlerde çocuklarda dürtüsel hareketlerin (hemen şimdi ve burada istiyorum), sosyal iletişim bozukluklarının (zihnimde kendimden başkasına yer yok) daha sık görülmesi beklenebilir. Anormal olaylara normal tepkilerin verilemeyeceğini, anormal durumların anormal tepkiler doğuracağını düşünürsek, anormalliği bastırmaktan ziyade doğan anormal tepkilerin yatışmasını sağlayacak güvenli ve barışçı mikro-ortamları evlerde ve sınıflarda oluşturmak gerekir.