resimin altyazısı:
Sır Broadway’de değilmiş. New Haven’da çalışmaktan aramaya fırsat bulamadığımız amerikan sırlarını bebeğimiz belki bulur diye geldigimiz bir Manhattan ziyaretinden görüntü (1995). Amerika’nın sırrından ne kastettiğimizi anlamak için yazıyı okumanızı rica edebilir miyim?
yazı:
Bu yazı geçen hafta new york’tayken yazılmıştı; şimdi biraz yabancılıyorum, onu bloguma istanbul’da yüklerken:
amerika’nın sırrı
Hayatın sırrını çözme ve (ev-otomobil ya da para kasası) anahtar teslimi mutlu-zengin yapma iddiasında olan kitapların ve DVD’lerin Amerika’dan çıkması (Türkçe’deki kötü kopyaları da benzer kökenlerde) tesadüf değil. Bu ülkenin sırrını çözmeye kalkacak değilim. Zaten ben, “Amerika’dan gelmiş doktor” kılığından çıkalı yıllar oldu; suretim çoktandır daha yerli. Ama bu ülkede sır gibi bir şey var (yazıyı ayıptır söylemesi Amerika’dan yazdığım için “bu ülke”, bu haftalık amerika b.d. oluyor). Biraz düşünelim, bir zamanlar küçük Amerika olma hayali ile yaşamış, olamamış Türkiyemiz’den buraya bakarak yazıyorum.
Gözdoyuran ülke. Önce standartlardan başlayalım; örneğin, porsiyonların büyüklüğü, ya da mağazalardaki çeşitlerin (ve de indirimlerin) bolluğu… 1990’ların başında New Haven’daki hastanede çalışmaya başladığımda, gazetelerdeki indirim ilanlarını o haftaya özgü tenzilat kampanyası sanıp, “aman kaçırmayalım,” diye mağazalara koşturduğumuzu hatırlıyorum. O zamanlar Doğan tipi Murat 131 lerin Cadilac sayıldığı bir ülkeden geliyorduk, belki ondandır. Ya da, her fırsatın kaçırılmak üzere yaratıldığına inananlardandık. Her neyse, biz terkedeli 15 yıla yaklaştıysa da, otomobil ve insan sayısındaki artış, bir de cep telefonlarının son 7-8 yıldaki yaygınlaşması dışında, Amerika, tabii ki, çok farklı değil.
İyimserlik bir milli gelenek. Bir de, Amerikalılara yakıştırılan, belki de “self-help” endüstrisinin de etkisiyle, süper iyimser bir ortam. Ben doktor olarak çalıştığımda, bu iyimserliği kaybetmiş ya da hiç kazanamamış olanlara daha çok tesadüf ettiysem de, belki Kristof Kolomb’dan bu yana iyimser olmaktan başka hiçbir seçeneği kalmamışların atıldığı bir maceranın son durağı olmasının da rolü vardır, diyebilirim. Üstelik, self-help gurularının vaazlarında duyduğumuz, “istersen olur/yaparsın” tavsiyesini (bilmeden) uygulamak zorunda kalarak hayatta kalabilmiş olanların torunları, tabiatıyla, iflah olmaz iyimserler olarak yaşıyorlar. Bolluk ortamının iyimserleştirici etkilerini, “bizde de o para olsa” ile başlayan itirazları hesaba katıyorum, ama….
Kendini eleştirebilen. O kadar yıl aklıma bile getirmediğim (“amerikayı amerika yapan”) sırlardan birisini, bu ziyaretimde gittiğim bir sergide keşfettim desem… New York’un tarihini inceleme amaçlı dernek New York Historical Society’nin müzesindeki serginin özeti: New York birden bire New York olmadı. Onsekizinci yüzyıl sonunda bile köleliğin kaldırılmasına inananların yönetimde olduğu ülkede, kimse bu fikirleri uygulamaya geçirmek için harekete geçmedi. Kölelerin sağladığı bedava (ücretsiz anlamına, yoksa adamlar epey bir bakım masrafı yapmışlar) emek, New York’u ve diğer doğu eyaletlerini özellikle pamuk ve pamuğa dayalı sanayide kadar ön plana geçirmişti ki bu öncülükten vazgeçmek, herkese zor geldi.
Kölelik. Sonuçta köleliğin kaldırılması da iyi niyet ya da insanseverlik gibi ideallerden ziyade, ülke içinde sınıflar arasındaki mücadelenin bir aracı olarak kullanıldıysa da, bu işten köleler de yararlanmış oldu. Şimdi, ABD köle emeğiyle zengin oldu, biz Türkler ise “ne sömürgecilik yapabildik, ne de kölelerimizi haremde cariye ve ağa olmak dışında kullanamadık, kötü olmayı beceremiyoruz,” edebiyatına girmeyeceğim. Amerika’nın ekonomik sırlarından birisi, pek tabii ki, kölelik olabilir. Benim dikkatinizi çekmek istediğim sır o sır değil, zaten ekonomiden de o kadar anlamam.
Geçmişteki kötülükler. Bir toplumun geçmişte yaptığı “kötülük”leri hatırlayabilmesi, bunları samimiyetinden şüphe duysak bile tartışmaya açması, kendine karşı “straightforward” olması, o toplumun iç yapısını sağlam tutması için önemli bir unsur gibi gözüküyor. Buna bir sır diyebilir miyiz bilemem.
ABD’nin, bütün garipsediğimiz yanlarına rağmen, toplum olarak çözüm üretebilen, olmadık sorunların altından girip (bzk. Irak) olmadık biçimde üstünden çıkabilen (henüz yakın bir örnek yok) esnekliğinin ve kendi kötülüklerine karşı açık fikirli olma çabasının bu toplumun neredeyse kendini bilmezcesine iyimserliğinin kaynağındaki en önemli sırlarından birisi olduğunu düşünüyorum. Dünyada olan biten bir çok “kötülük”ün içinde yer alması, o ülkede yaşayanların iyimserliğinin kökenı olan bu kendine bakıştaki rahatlığını yok etmez.
Kötülük. Peki, bütün bunlardan bize ne? Bizim sırrımız ne olacak? Derim ki, tıpkı amerika gibi istanbul’un da taşı toprağı altın değil midir? Beklentiniz neyse, onu bulmaz mısınız? Hayatın sırrı bu kadar basitse, İstanbul’a gelip de o altınları bulamayanlara ne diyeceğiz? “Gidip sırları kitaptan öğrenin” demeyeceğiz herhalde.
Amerika’daki durum da aynı minvalde; kötülük itirafları bir yandan samimi bir aydın duruşu olurken, bir yandan da Babil ya da Çarpışma gibi kendini eleştiriyormuş gibi yapan ve kötülüklerden etkilenenlerin gönüllerini alan samimiyetsiz filmlerle, altından taş ve toprak (en azından bir kesim için) hakikat oluyor. Geride ve dışarıda kalanlar ise, altından taş ve toprağı bulamamanın sorumluluğunu kendilerinde buluyorlar. İsteseler bulabilirlerdi. İstesek zengin olamayabiliriz. Ama, istersek, kendi olumsuzluklarımızla daha fazla yüzleşip, sahiden iyimser olmayı, sahiden isteklerimizin peşinden koşmayı öğrenebiliriz. Bu anlamda küçük amerika olmakta sakınca yok. Ama bunu isteyen de yok…
Hayatın sırrını çözme ve (ev-otomobil ya da para kasası) anahtar teslimi mutlu-zengin yapma iddiasında olan kitapların ve DVD’lerin Amerika’dan çıkması (Türkçe’deki kötü kopyaları da benzer kökenlerde) tesadüf değil. Bu ülkenin sırrını çözmeye kalkacak değilim. Zaten ben, “Amerika’dan gelmiş doktor” kılığından çıkalı yıllar oldu; suretim çoktandır daha yerli. Ama bu ülkede sır gibi bir şey var (yazıyı ayıptır söylemesi Amerika’dan yazdığım için “bu ülke”, bu haftalık amerika b.d. oluyor). Biraz düşünelim, bir zamanlar küçük Amerika olma hayali ile yaşamış, olamamış Türkiyemiz’den buraya bakarak yazıyorum.
Gözdoyuran ülke. Önce standartlardan başlayalım; örneğin, porsiyonların büyüklüğü, ya da mağazalardaki çeşitlerin (ve de indirimlerin) bolluğu… 1990’ların başında New Haven’daki hastanede çalışmaya başladığımda, gazetelerdeki indirim ilanlarını o haftaya özgü tenzilat kampanyası sanıp, “aman kaçırmayalım,” diye mağazalara koşturduğumuzu hatırlıyorum. O zamanlar Doğan tipi Murat 131 lerin Cadilac sayıldığı bir ülkeden geliyorduk, belki ondandır. Ya da, her fırsatın kaçırılmak üzere yaratıldığına inananlardandık. Her neyse, biz terkedeli 15 yıla yaklaştıysa da, otomobil ve insan sayısındaki artış, bir de cep telefonlarının son 7-8 yıldaki yaygınlaşması dışında, Amerika, tabii ki, çok farklı değil.
İyimserlik bir milli gelenek. Bir de, Amerikalılara yakıştırılan, belki de “self-help” endüstrisinin de etkisiyle, süper iyimser bir ortam. Ben doktor olarak çalıştığımda, bu iyimserliği kaybetmiş ya da hiç kazanamamış olanlara daha çok tesadüf ettiysem de, belki Kristof Kolomb’dan bu yana iyimser olmaktan başka hiçbir seçeneği kalmamışların atıldığı bir maceranın son durağı olmasının da rolü vardır, diyebilirim. Üstelik, self-help gurularının vaazlarında duyduğumuz, “istersen olur/yaparsın” tavsiyesini (bilmeden) uygulamak zorunda kalarak hayatta kalabilmiş olanların torunları, tabiatıyla, iflah olmaz iyimserler olarak yaşıyorlar. Bolluk ortamının iyimserleştirici etkilerini, “bizde de o para olsa” ile başlayan itirazları hesaba katıyorum, ama….
Kendini eleştirebilen. O kadar yıl aklıma bile getirmediğim (“amerikayı amerika yapan”) sırlardan birisini, bu ziyaretimde gittiğim bir sergide keşfettim desem… New York’un tarihini inceleme amaçlı dernek New York Historical Society’nin müzesindeki serginin özeti: New York birden bire New York olmadı. Onsekizinci yüzyıl sonunda bile köleliğin kaldırılmasına inananların yönetimde olduğu ülkede, kimse bu fikirleri uygulamaya geçirmek için harekete geçmedi. Kölelerin sağladığı bedava (ücretsiz anlamına, yoksa adamlar epey bir bakım masrafı yapmışlar) emek, New York’u ve diğer doğu eyaletlerini özellikle pamuk ve pamuğa dayalı sanayide kadar ön plana geçirmişti ki bu öncülükten vazgeçmek, herkese zor geldi.
Kölelik. Sonuçta köleliğin kaldırılması da iyi niyet ya da insanseverlik gibi ideallerden ziyade, ülke içinde sınıflar arasındaki mücadelenin bir aracı olarak kullanıldıysa da, bu işten köleler de yararlanmış oldu. Şimdi, ABD köle emeğiyle zengin oldu, biz Türkler ise “ne sömürgecilik yapabildik, ne de kölelerimizi haremde cariye ve ağa olmak dışında kullanamadık, kötü olmayı beceremiyoruz,” edebiyatına girmeyeceğim. Amerika’nın ekonomik sırlarından birisi, pek tabii ki, kölelik olabilir. Benim dikkatinizi çekmek istediğim sır o sır değil, zaten ekonomiden de o kadar anlamam.
Geçmişteki kötülükler. Bir toplumun geçmişte yaptığı “kötülük”leri hatırlayabilmesi, bunları samimiyetinden şüphe duysak bile tartışmaya açması, kendine karşı “straightforward” olması, o toplumun iç yapısını sağlam tutması için önemli bir unsur gibi gözüküyor. Buna bir sır diyebilir miyiz bilemem.
ABD’nin, bütün garipsediğimiz yanlarına rağmen, toplum olarak çözüm üretebilen, olmadık sorunların altından girip (bzk. Irak) olmadık biçimde üstünden çıkabilen (henüz yakın bir örnek yok) esnekliğinin ve kendi kötülüklerine karşı açık fikirli olma çabasının bu toplumun neredeyse kendini bilmezcesine iyimserliğinin kaynağındaki en önemli sırlarından birisi olduğunu düşünüyorum. Dünyada olan biten bir çok “kötülük”ün içinde yer alması, o ülkede yaşayanların iyimserliğinin kökenı olan bu kendine bakıştaki rahatlığını yok etmez.
Kötülük. Peki, bütün bunlardan bize ne? Bizim sırrımız ne olacak? Derim ki, tıpkı amerika gibi istanbul’un da taşı toprağı altın değil midir? Beklentiniz neyse, onu bulmaz mısınız? Hayatın sırrı bu kadar basitse, İstanbul’a gelip de o altınları bulamayanlara ne diyeceğiz? “Gidip sırları kitaptan öğrenin” demeyeceğiz herhalde.
Amerika’daki durum da aynı minvalde; kötülük itirafları bir yandan samimi bir aydın duruşu olurken, bir yandan da Babil ya da Çarpışma gibi kendini eleştiriyormuş gibi yapan ve kötülüklerden etkilenenlerin gönüllerini alan samimiyetsiz filmlerle, altından taş ve toprak (en azından bir kesim için) hakikat oluyor. Geride ve dışarıda kalanlar ise, altından taş ve toprağı bulamamanın sorumluluğunu kendilerinde buluyorlar. İsteseler bulabilirlerdi. İstesek zengin olamayabiliriz. Ama, istersek, kendi olumsuzluklarımızla daha fazla yüzleşip, sahiden iyimser olmayı, sahiden isteklerimizin peşinden koşmayı öğrenebiliriz. Bu anlamda küçük amerika olmakta sakınca yok. Ama bunu isteyen de yok…