Onbeş yaşındaki genç kız gözleri yaşlı, yerinmekte: ‘instagram’da beni like edenlerin sayısında ciddi azalma var. Sanki artık marka değerimi kaybediyorum.’ Gülsem, olmayacak. ‘Sevilmeden, istenmeden yaşamak imkansız, bilmiyorsunuz siz.’ Haksız değil. Başkalarının gözündeki yerimizi bilmek, yükseltmek, değerli kılmak için neler yapmıyoruz…
Sosyal medya sayesinde kolayca binlerle takipçi, arkadaş, ‘like’ eden sahibi olmuş gençlerin başkalarıyla bağ kurma ve onların gözünde bir yer sahibi olma arzusu bize yabancı mı? Binlerce insana aynı anda bir mesaj ulaştırma, bununla ilgili hemen o anda bir yanıt alma olanağımız olsaydı ne yapardık? Bunları statümüzü yükseltmek ya da kendimizi sevdirmek için yaptığımızı söylemek mümkün, ama durumu açıklamaya yetmez.
Özlü sözlerimizi taşıyan derin tvitlerden vazgeçtim; yaşamanın ‘sır’larını sosyal medyada binlerce kişiye duyurduğumuz anlara bakalım. Gittiğimiz filmlerin iyi mi kötü mü olduğunu herkes duysun, yediğimiz pizza ya da pidenin eşsiz lezzetini herkes bilsin tatsın istediğimizde ‘ben’ bunu duyurayım kadar, ‘insan kardeşlerim bu filmden, bu lezzetten eksik kalmasın’ replikli paylaşma arzusu da rol oynuyor.
Takipçi, arkadaş, paylaşan ve ‘sevenler’ (like edenler’e böyle denemez mi?) sayısının artması başkalarıyla bağlanma, onlara erişme görevlerimizi yerine getirdiğimizin bir kanıtıysa, spam’lenme, bloklanma gibi twitter cilveleri de istenmeyen olmanın göstergesi. Yeni bağlar kuramamak en fazla beceriksizlik ile açıklanır; ama var olan bağları kaybetmek, ‘like’ların giderek azalması, derin bir kayıp hissi doğurabilir. Bu kayıp sosyal ilişkilerin kaybı. Başkaları tarafından istenmemenin verdiği kayıp acısını deneysel biçimde oluşturup beyin görüntüleme yöntemleriyle ölçen Naomi Eisenberger (ve ekibi, UCSF) ruhsal acının yerinin fiziki acınınkinden farklı olmadığını ortaya koydu.
Ağrı ve acı organizmanın hayatta kalmasını sağlayan sistemlerde bir aksilik olduğunu haber veren doğal işaretler. İnsan türünün dünyadaki hemen bütün canlılardan daha sosyal olduğunu, gelişimini de buna borçlu olduğunu öne süren Matthew Lieberman aynı deneye ‘Social’ adlı kitabında yer verdiğinde, evrim boyunca türümüzün başkalarıyla beraber ve onlarla ilişki (çatışma, çekişme dahil) olmasının getirdiği avantajları korumak için sosyal ilişkilerdeki zayıflamayı ve azalmayı bir ‘üzüntü, acı, ıstırap’ sinyali ile işaretlediğini söylüyor.
Okurlarım twitter ya da facebook ‘ilişki’lerinin ne ölçüde sahici olduğunu sorgulayıp, kayıp duygusunun yatırımla ve derinlikle bağıntılı olması gerektiğini düşünebilirler. Burada bir kuşak farkı etkisi ile karşılaşıyor olabiliriz. Genç kuşak facebook ya da twitter’da süratli iletişimle oluşmuş (bize göre yüzeysel ya da yeterince derin değil) ilişkilere farklı bakıyor. Eski kuşakların ‘zaman ayırarak’ anlamlandırdığı ilişkiler ile yeni kuşağın ‘zamanı iletişim süratiyle adeta çoğaltarak’ oluşturduklarının görünüşteki farklarını bir kenara bırakıp, ilişkiyi kuranlardaki etki ve işlevini değerlendirirsek, kuşaklar arasındaki fark silinir. Başkalarıyla bağlanma arzusu oracıkta durur, arzuyu neyin (eski tarz mı, yeni tarz mı?) tatmin ettiğinden ziyade, başkaları olmadan kendi anlamını fark edememe özelliğinin devam ettiğini, eskiye göre yeni kuşakta tatminin daha güçleştiğini (daha fazla bağlantı gerektiğini) söyleyebiliriz.
Peki, ilişkilerdeki kayıpların bıraktığı iz, verdiği acı yeni kuşakta farklı mı? İlişkinin varlığının etkileri benzer, ama yokluğununki daha güçlü mü? Instagram’daki like’ları azaldığı için çektiği acıyı anlatan genç kız, konuşmasını tamamlayıp kapıdan çıkarken telefonuna bakıp son mesajının 108 RT aldığını görünce, yaşlı gözleri gülümsedi: ‘zaten instagram’ı kimse kullanmıyor, hesabımı kapatacağım. Snapchat’e geçiyorum. Bütün marka tipler orada’.
Bebekten al bilgiyi
Bebeklerin dünyaya gelişlerinin bir amacı olsaydı eğer, başka insanlarla ilişki kurmak diyebilirdim. Bir bebek insan yüzüne her şeyden çok ilgi gösteriyor, kendisine yakın olan kişilerin seslerini, kokularını hiç unutmuyor, ‘potansiyel’ yakınlarına kendisini sevdirmek için her türlü maskaralığı yapıyor. Ilişki kurma girişimlerine karşılık alamadığında, çökkünleşip geriye çekiliyor, suratını düşürüyor. Dil gelişimi ilişkileri güçlenip çoğaldığı ölçüde artıyor. TV/ekran başında daha çok zaman geçiren çocuklar daha az konuşma duymuyorlar; hatta bildikleri öğrendikleri daha fazla da olabiliyor. Ancak, kendileriyle konuşmayan, söylediklerine karşılık vermeyen bir ekranla ilişki kurulamayınca, dil gelişimi gerçekleşmiyor.
Otizm, ilişki kurma arzusunun zayıflığı, sosyal bağların oluşmaması ve bunun davranışlara ve dile monoton tekrarlar şeklinde yansıması ile karakterize bir problem. Otizmli çocuklara yardımcı olmak için geliştirilmekte olan robotlar çocukların sosyal ilişki ihtiyacını karşılayabilmek için bir ömür yaşamışcasına programlanmakta; bunu başarıp başarmadıklarını anlamak için kurdukları ilişkilerin bozulmasından, sosyal bağlarının kopmasından nasıl etkileniyorlar, görmek gerek. Ayrılık acısını fiziki bir acıdan farksız çeken robotlar yapılabilirse, sosyal evrimimizde onlar da olacak demek.