25.12.2006
Hayatımın ilk siyasi seçim deneyimini, bir tür sandık gözlemcisi ya da oy sayımı seyircisi olarak yaşadığım günü çok net hatırlıyorum. 1969 yılında, İzmir’de Mehmet Akif Ersoy ilkokulunun küçümenler için yapılmış sıralarına sıkışmış sandık kurulu üyeleri oyları sayarken, ben nedense doğuştan muhalif yapıda olan birisi olarak, tabii ki, kendimi kazanamayan partileri desteklemekle görevli hissediyordum. Yanlış hatırlamıyorsam, o yıl Türkiye İşçi Partisi (TİP) ile CHP arasında gidip gelmiş, sonunda en kazanamaz gördüğüm, ve babamın da, “bu sefer son” diyerek, oyunu verdiğini tahmin ettiğim TİP’te karar kılmıştım. “Kır at”, yani Adalet Partisi’nin yine epeyce bir farkla kazandığı o seçimde, benim desteklediğim parti bütün mahalledeki bin küsur oydan sadece 10-15 tanesini kazanınca hüzünle karışık bir sevinç duyduğumu itiraf etmeliyim. Sizin keşfettiğinizi düşündüğünüz, ve adeta sadece size ait olduğunu düşündüğünüz, bir lokantayı ya da yazarı, sizden fazla kimsenin bilmesini istememe, hiç yaşamadığınız bir duygu mudur? Bereket versin, böyle hissetse de, oylarını verirken başka hislerle veren, kendi oy verdiği partiye herkesin oy vermesini isteyenler büyük çoğunluk… Peki, çoğunluk nasıl hissediyor oy verirken? Madem, çoğunluk olamayacağım, çoğunluğun hislerini anlayayım bari.
Simgelerin gücü sahici mi? Bu işin uzmanı sayılmam; daha ziyade, sizler gibi, derin düşünmeye çalışıyorum sadece. Bu yazıyı da, zaten, düşünme meraklılarının, daha çok okuduğunu varsayabilirim. Hiçbir eğlenceli unsur içermiyor, “style-ish” değil, yazının yayımlandığı gazete sayfası bile her hafta farklı, bıraktığınız yerde bulamıyorsunuz. Onun için düşünmeye ve zahmete katlanmaya meraklısınızdır, diye varsaymamda bir sakınca yoktur umarım. Her neyse, seçmenlerin karar vermeleri sırasında, son derece tutarsız davranabildiklerini, esen rüzgara göre hareket edebildiklerini aylar önce yine yazmıştım. “hiperaktif” çocukların kontrolu kaybedip, nereye çekersen oraya gitmelerine benzettiğim duruma ilişkin yazımı www.yankiyazgan.com ‘da okuyabilirsiniz. Bugünkü demem başka; bir parti ile bağdaştırdığınız simgeler nelerdir? Bu simgeler, ve çağrışımları? Scientific American dergisinin Aralık sayısında aktarılan, ilginç bir çalışma var: bir seçim yapmamız gereken durumlarda, öncesinde belli belirsiz bir biçimde aldığımız işaretler, hangi seçeneğe yöneleceğimizi belirliyor. Örneğin, öncesindeki işaret kelime “günışığı” olan seçenek, işaret kelimesi “kanser” olana göre daha hızlı tercih ediliyor. Pek şaşırtıcı değil. Zaten bilinen bir durum. Partilerin amblemlerine titizlenmelerine de şaşmayalım. “a-ke-pe” baş harflerini taşıyan ve alışkanlıklar gereği o şekilde adlandırılması olağan olan partinin, “ak” olmak ve “ak” olarak bilinmek konusundaki ısrarı, çağrışımın kuvvetinden yararlanma amaçlı bir iletişim stratejisine dayanıyordur belki de… 1991’deki reklamlarında limon sıkan SODEP/SHP (isimden şu anda emin değilim) imajının da, “ekşi” bir çağrışım yapmasının, farklı eğilimleri olanlarda, çekici veya itici etkisi olması gibi.
Bizden misin, onlardan mısın? İşte bütün mesele bu. Adayların kim olduğunun, ne kadar mükemmel olduğunun anlatılmasının pek önemi varmış gibi gösterilse de, Amerikalı araştırmacıların ulaştığı sonuç; adayın varolan eğilimlere ne kadar uyduğunun anlatılmasının en önemlisi olduğu. “bizden” ya da “onlardan” olduğunu ima eden her şey, seçimleri yönlendirmenin en kestirme yolu. Simgeler, bazen giyinme özellikleri, bazen şive ya da ten rengi olarak, pek de kafa karıştırmaksızın kendilerini gösterirler. Olumlu çağrışım dediğimde, birisi için olumlu olan (renk ya da giyim tarzı) diğer kişi için pek öyle olmayabilir. Üstelik, bu konulardaki fikirlerimiz, oldukça kesindir, keskindir. Simgeden ne algıladığımız seçim anında pek de değişmeyebilir; nasıl bellediysek öyle gidebiliriz. Seçim propagandası dediğimiz, varolan klişelere hangimizin daha yakın olduğunu kanıtlamaktan ibaret olabilir. Seçim otobüsünde çalınan müzik, badem bıyık, kafadaki poşu ve benzerleri söylenecek bir çok söze göre, seçmen tavrını çok daha fazla etkileyecektir. Seçimlerde herkes eninde sonunda bildiğini yapacak, zaten kendisine yakın gelen her ne ise ona yönelecekse, bütün bu tantana niye?
Seçim kazandıran tipler. Kendisine kimin yakın olduğunu karıştırabilenleri, sapla samanı ayırmakta zorlanan seçmenleri kazanmak fena bir yol olmayabilir. Bir kere okuryazar olmayanların 5-6 milyon kişi olduğunu düşünürseniz, sözle ya da yazıyla değil, şarkıyla ya da görüntü ile yakınlık yaratanlar öne geçebilir. Az önce değindiğim sosyal araştırmada, zencilere eşit haklar tanınmasının önemini vurgulayan yaklaşımla oy filan arttırmak mümkün gözükmüyor. Ama, (protest zencilere özgü sayılan) “hip-hop” müziği çaldığınızda, oyları bağladınız sayılıyor. Siz ülkemizdeki karşılığını bulun artık.
Bir de, kendisine kimin yakın olduğunu, yakın durduğunu bilenler var; ama bu seçmenler yaklaşmaya üşeniyorlar. Otobüsle taşınanlar da bu gruba örnek. Tabii, kebap ısmarlanandan kaldırım ihalesi teklif edilene kadar uzanan bir işini bilen ya da nerede durduğunu pek takmayan grup önemli bir çoğunluk oluşturmakta. Orada da, seçimleri etkileyen simge genellikle bir koku oluyor. Kötü bir koku.
Bu simge etkisine açık grupların toplamının neredeyse seçimlerde yüzde 50 oy oranı kazandıracak tipte olduğunu düşününce, insanın oportünist olmaktan başka çaresi kalmıyor. Elbette, seçim kazanmak gibi bir amacınız var ise…