* Mehmet Kuzulugil’in sorularına cevaplardan oluşan bu yazı soL portalde yayımlanmıştır.
Önce bu konuda sizin ne düşündüğünüzü öğrenmek istiyorum: Okullarla ilgili alınan kapatma kararları, çocuklarda bulaşıcılık konusunda söylenenler. Sizin gözlem ve izlenimleriniz nedir?
Ve tabii “Uzaktan eğitimin” kendisi… Salgında bir zorunluluktan kaynaklandığı bile tartışmalı ama bunun ötesine geçildi. “Eğitimin yeni normali” haline getirilmesi, yöntemleri, yordamları hatta teorisinin yapılmaya başlanması… Bu gelişmeyi nasıl karşılıyorsunuz?
Okula gitmekle, salgının hızlanması arasında bir bağlantı var; ama bu bağlantı bir sebep sonuç ilişkisi değil. Salgın hızlandıkça, diyelim ki bulaşıcılık üç katına çıkınca, okullardaki bulaşma da üç katına çıkıyor. Okullar açılmış olduğu için değil, okulun toplumda olan bulaşıcılık düzeyini yansıtmasının sonucu. Sahici veriler toplanıp bilim çevreleriyle paylaşıldığında, okulun açık tutulup tutulmayacağı ya da insanların bir araya gelişini nerede ne kadar kısıtlayacağımız kararını doğru biçimde alabiliriz.
Virüsün insan icadı takvime göre hareket ettiği yanılsaması
Aksi taktirde virüs için önemi olmayan insan icadı takvimimize ve bizim temennilerimize ya da müsaitliğimize göre salgının yavaşlamasını beklediğimiz, aslında dilediğimiz, bir “gerçeklik” algısı doğuyor. Dış gerçek, olmuş olan biz “öyle değil” dedik diye değişmez. Gerçeği kabul etmek önemli, ama gerçeğin tarifinde uyuşmazlık olunca, gerçek kendini zaten kabul ettiriyor.
Pandemi öncesinde okullardan ne kadar şikayetçiydik ama şimdi kapanmış olmasına sevinemiyoruz. Okulların “düzene uygun kafalar” üretme aracı olmasına rağmen bir gelişim alanı olduğunu da düşünüyoruz.
Okulların açık olması bir temel ihtiyaç. Bu ihtiyacın gerçek bir ihtiyaç olduğunu ev okul olunca daha iyi anladık. Gerçek kapımızdan içeri girdi. Çocukların yaşadıkları zorluk alanlarını daha iyi gördük, öğretmenlerin bize söylediği ama kabul etmediğimiz meselelere tanık olduk. Ev hayatının sağlayamadığı başkalarıyla paylaşılmış ve yetişkinlerce düzenlenmiş gelişim ortamını okulda buluyoruz. Okul toplum düzeyinde öğrenmenin ve gelişmenin bilinen en iyi yolu. Okul aynı zamanda en çok değişim gerektiren toplumsal yapıların başında geliyor. Çünkü okula ihtiyacımız var. Nasıl bir okula ihtiyacımız var? Pandemi getirip bu soruyu kapımızın önüne bile değil yemek masasının üstüne bıraktı.
Bu soruyu başka tartışmalara bırakıp, aynı kapsamda uzaktan eğitim konusundaki sorunuza gelirsem.
“Eğitim ve öğrenme ilişkisinin her an birlikteliğe dayanması gerekmiyor”
“Uzaktan eğitim eğitimin bir yeni normali haline gelebilir mi, okul uzaktan olabilir mi?” Aslında genel bir cevap verirsem, belki bu bir çok dostumuzun sevmeyeceği tipte bir cevap olabilir: Gelebilir… Uzaktan eğitim bir norm ya da ana omurga haline gelir mi gelmez mi bilmiyorum ama şöyle düşünelim: Her an birlikteliğe dayanması gerekmiyor bir eğitim ve öğrenme ilişkisinin. Diğer yandan, aynı anda aynı mekanda bulunmanın, birbirimizi oradaki o mekansal eksende görüyor olmanın getirdiği etkileşimin gücü başka bir alanda şu anda tekrarlanabilir nitelikte değil. Dijital alandaki beraberlik insan ilişkisinin birçok boyutunu kapsamıyor.
Bu şu demek: Eğer uzaktan eğitim sadece ve sahiden uzaktan gerçekleşecekse, yani hiçbir zaman buluşmadığımız görüşmediğimiz, aynı mekanı paylaşmadığımız, aynı havayı solumadığımız insanlarla bir eğitim ilişkisi içinde olacaksak, bu çok yeni paradigmalar ve araçlar gerektiriyor. Mevcut eğitimin uzaktan yapılması, geçici olarak idare edilebilir bir durum olabilir, ama bu haliyle bir norm oluşturulacak gibi değil. İstavrit tava soğuk yenilebilir mi? Açlık halinde, yenilir ama usülü bu değil. Uzaktan yapılacak olan eğitimin bir fırsat eşitliği sağlama olasılığı üzerinde duruluyor, iyi bir dijital alt yapı ve herkesin eline verebileceğiniz teknolojik araçlarla erişim fırsatı mümkün. Ancak mevcut içeriğin dijital araçlarla her yere ulaştırılmasının (Ege Cansen’in deyişiyle) Hakkari’den Harvard diploması almayı sağlamaya yeteceğini sanmıyorum. İçeriğin gözden geçirilmesinin de önemli olduğunu vurgulamak istedim.
Diğer yandan, uzaktan eğitimin dijitalleşme öncesinde var olduğunu , örneğin mektupla öğretimin (Anadolu Üniversitesi’nin 1970’lerdeki öncülüydü) mümkün olduğunu biliyoruz. Tabii ki yaş gruplarının, ne öğrenildiğinin, öğrenme amacının eğitimin yapısını belirlediğini unutmaksızın.
Eğitim bireylerin sadece bir şeyler öğrendiği değil, yaşama hazırlandığı, bu yaşama hazırlığı ailelerin tek başına, kendi olanaklarıyla karşılamakta zorlandıkları, o nedenle bu yaşama hazırlığın kamu tarafından üstlenildiği bir süreç. Bunun tümüyle uzaktan olmasının mümkün olmadığını sanırım Milli Eğitim Bakanı da sonradan düzeltmesinde belirtti. Böyle bir siyasi niyetin olup olmadığını bilmiyoruz.
Ancak uzaktan eğitimin standardın bir parçası haline gelebileceğiniz öngörebiliriz. Uzaktan sağlık ya da uzaktan birçok şey gibi… Bunu kontrol edebileceğimiz bir kaçınılmazlık olarak mı yoksa istemezsek yapmayacağımız bir tercih olarak mı almalıyız? Özellikle lise öğrencileri, epeyce bir zamandır uzaktan eğitimi başka türlü erişemeyeceği bir öğretmenle karşılaşmanın bir aracı olarak görüyor, fiziksel sınırlarının dışındaki olanaklara ulaşmak için bir fırsat olduğunu düşünüyor. Konuları internetten verilen derslerde daha iyi öğrendiklerini söyleyen, üniversite sınavları gibi eleme sınavlarına hazırlanmak için bu kaynakları kullanan çok sayıda genç oldu. Ancak eğitimin sadece belli bir dersi veya konferansı izlemek, bir konuyu öğrenmekten ibaret olmadığını düşünenlerimiz uzaktan eğitimin ana eğitim biçimi olarak gündeme gelmesi olasılığına hazırlanmalı. İçinde olduğumuz akış, bir yandan uzaktanlığı öne çıkartırken, bir yandan da eğitimi tekrar tanımlamaya bizi zorlayacak gibi gözüküyor.
İngiltere ’nin ya da Amerika’nın “meşhur” üniversitelerine ilişkin tartışılanlara bakalım. Bu okulların üst Amerikan toplumunda yeni aristokrasi diye bilinen, yüzde 9,9 diye tarif edilen, en zengin binde birden sonraki 10’un kalanı dışındakilere ne sağladığı…
Belli bir sosyal sınıf için bir sosyalleşme, bir kulis ya da networking alanı, bir gelişme alanı olurken, bunun dışındaki gruplar için üniversite eğitiminin önemi tartışılmakta. Orada, “bu masrafa, bu yaptıklarımıza değer mi” sorgulaması doğmakta.
Böyle olduğunda örneğin Google’ın şu anda yapmayı planladığını duyurduğu gibi, üniversite derecesi veren eğitim yerine, sadece dereceleri vermekten değil eğitimin başka boyutlarından da vazgeçerek, belli bir konuda beceri kazandırmaya odaklı sertifikalandırmalar ön plana geçiyor. Üniversiteler eğitimi yaşamda kullanacağımız bir beceriyi kazanma yeri olarak konumlandırıyorlar mı? Amerikan elit üniversiteleri eğitimlerini bu gelecekteki yaşamda kullanacakları beceriyi kazanmaya hazır bireyler yetiştirmek olarak tanımlıyor.
Temel bir tartışmayı canlandırıyor bu konu, sadece üniversite değil genel anlamda “eğitim bizi geleceğe hazırlarken gelecekte işimize yarayacak becerilerle mi donatmalı?”
Elbette öyle hazırlamalı dediğimizde, geleceğin her zaman öngörülebilir olmadığı aklımıza gelse, fikrimizi değiştirir miyiz?
Şu anda bir bakıma geçmişimizin geleceğini yaşadığımızı düşünürsek, açıkçası bu geleceğin hiç kimsenin senaryosunda, bir grup bilim insanının ya da sağlık araştırmacısının dışında belki, olmadığını görebiliriz.
Geleceğe hazırlanmak gibi bir kavram sınavda çıkacak soruların cevaplarını ezberleyen bir talebeden farksız bir hale düşürüyor.
“Uzaktan eğitim acaba geniş kitlelerin gelişim ihtiyaçlarını karşılamakta nasıl bir araç olabilir” sorusunun cevabını düşündüğümüz bir dönemdeyiz.
Bir kısım insan için, özellikle temel eğitimini, üniversite öncesi eğitimini çok iyi almış bir çok insan için bir çok olanak da getirebileceğini görüyoruz.
“Eğitimin yeni normali olabilir mi?”
Bu soruyu yanıtlamak için tam hazır olmadığımı düşünüyorum ama şimdiye kadar söylediklerim bu konuya ilişkin unsurlar taşıyor sanırım.
Bilgisayar ekranlarıyla, “televizörlerle” vücut dilinin, “üç boyutlu” karşılaşmanın yerinin doldurulamayacağına işaret eden yayınlar var. Uzaktan yapılan eğitimin, toplantıların daha yorucu olduğu, odaklanma sorunlarının yaşandığı, bunun kendisinin bıktırıcı olabildiği gibi görüşler. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Ekranın gerek çocukların okul hayatının bir parçası olarak, gerek çalışma hayatımızın bir parçası olarak kullanıldığında kendine özgü zorlukları var. Birincisi, paylaşılmış bir fiziksel alan olmaması, aynı alanın içinde olmamak. İkincisi, birbirimizi ekranın çizdiği bir çerçevenin içinde görebiliyor olmak. Bunun da genellikle yüzümüzden ibaret, yüzümüzün ve başımızın öne çıktığı bir görsel olması… Üç boyutluluğu bırakın, tam olmayan bir şekilde görüyor olmamız öncelikle…
Bu nedenle sosyal ve duygusal ipuçlarının iletişimin aslında çoğunu oluşturan, kelimelerden ve yüz ifadesinden çok daha fazla, iletişimin anlamını oluşturan sinyalleri okumak çok zor. Ya da bazı sinyalleri aşırı okumak zorunda kalıyoruz, yüz kaş göz hareketlerini fazlasıyla büyüteç altında görüyoruz. İletişim sadece karşımızdakinin ekrandan gösterdiği ve gönderdiği kadar…
Şöyle düşünün, bir zoom toplantısındasınız, beraber oturduğunuzu düşündüğünüz masadan birisi kalktı “bir kahve almaya gidiyorum” dedi, kayboldu. Siz “ben de seninle geleyim” deyip, toplantı odasından birlikte çıkıp bir kahve almaya gidemiyorsunuz. Doğru, fısıldaşmak ya da kaş göz hareketleri veya dürtmeler yerine whatsapp’tan yazışarak toplantıya paralel bir şekilde, toplantı hakkında komplolarımızı kuruyor, dedikodularımızı yapıyor olabiliriz. Ama çay ocağının ya da kahve makinasının orada buluşup da konuşuyor olmanın verdiği canlı keyif yok.
Bu ne kadar kritik bir etki yapıyor, ya da ne kadar önemli bunu bilmiyoruz. “Aynısı değil”i herkes biliyor.
İşyerlerinde, çalışmanın çoğunlukla ekran toplantılarıyla sınırlı, herkesin uzaktan çalıştığı, uzaktan iletişimi kullandığı durumda özellikle genç kuşakların yaşlı kuşakları gözleme şansının olmaması, orada sadece yazıya dökülebilecek olan içeriğin değil, oradaki kişiler arasındaki ilişki ve iletişim kıvraklığının, nüansların, bir saniyede görülebilecek ince detayların ekran başında o kadar iyi gözlenememesi… Buna “periferal öğrenme” deniliyor, çevresel öğrenme, yani aslında kimse bize bir şey öğretmeyi amaçlamadığı halde, bizim orada bulunmak sebebiyle bir gözlemci olarak, bakarak adeta “geçerken” öğrendiklerimiz. Uzaktan çalışma buna çok imkan vermiyor. O nedenle, yerini nasıl dolduracağımızı bilemediğimiz ilişki ve öğrenme biçimleri okullarda ve işyerlerinde karşımızda.
Gündelik iletişimin kolaylaştırıcısı olan sosyal ve çevresel bağlam olmadığında öğrenme bir tıkanıklık noktasına geliyor. Bir kere çok yorucu oluyor, konsantre olmak, konsantre kalmak. Daha fazla kaynak kullanıyoruz. Kendimizi tutmak, konsantre kalabilmek için içimizden geleni sağda solda dikkatimizi dağıtan uyaranlara dalıp gitmemizi baskılamak gerekiyor.
“Çocukların ekran kapatma arzularını da anlamalıyız”
Kendi suratımızı görmek de yorucu. Konuşurken kendimize bakmaya alışkın değiliz. Bu saptamalar basitçe bir şikayet değil, örneğin, Zoom ekranındaki “görüntünü gizle” komutu bu anlamda ekrandan iletişimin nasıl düzenlenebileceğine ilişkin, odaklanmayı kolaylaştırmak, yoruculuğu azaltmak için iyi bir örnek. Zaman zaman sadece sesle görüşme yapmak (bildiğimiz telefon konuşması!) daha rahatlatıcı. Çocukların ekran kapatma arzularının değişik nedenleri olmakla beraber, ekran kapatmayı istemelerini de anlamalıyız.
Son söylediklerinizden sonra “İyi de siz de youtube yayınlarıyla ulaşıyorsunuz insanlara” diyen çıkar mı? Ya da mesela salgın koşullarında psikiyatrların, psikologların görüşmelerini “zoom” üzerinden yaptıkları hiç olmuyor mu? Burada sıraladığınız dezavantajlar oldukça korkutucu bir yandan.
Tabii bu tür yöntemlere karşı olmak ya da taraftar olmak perspektifiyle bakmadığımı vurgulamalıyım. O nedenle bu tür şeyler söyleyecek kişiler, en azından kendi adıma, çıkmaz. Bunların araç olduğunu biliyoruz.
ABD, Kanada, Yeni Zelanda, Avustralya gibi mesafelerin de çok yüksek olduğu, sağlık personeli, hekim, psikolog dağılımının eşitsiz olduğu yerlerde tele sağlık uygulamaları zaten vardı, Dağın başında, kutup noktasında, uzak bir çiftlikte, kovboy filmlerinde gördüğümüz uçsuz bucaksız düzlüklerdeki insanlara ulaşmanın ana yolu olarak ve bir erişim eşitliği sağlama amacıyla kullanılageldiler.
Bunun usülleriyle ilgili hâlâ belirsizlikler var. Mevzuatlar tam oluşmuş değil ama gerek ruh sağlığı, gerek genel sağlıkla ilgili tanı, takip ve tedavi müdahaleleri uzaktan gerçekleştirilebiliyor. Güvenlik ve mahremiyete ilişkin endişeler var. İlişkinin güvenliği (sibergüvenlikten bahsetmiyorum) karşınızdakine güvenme gereksinimiyle bağlantılı. Doğruyu mu söylüyor, bilerek ya da bilmeyerek eksik mi yansıtıyor? Nasıl anlayabiliriz, yanılmadan nasıl destek verebiliriz?
Okullarda bu mahremiyet konusu değişik biçimde ortaya çıktı, annebabalar ekranın görme alanının dışından gizlice dersleri izlediler, öğretmenin sınıfına “daldılar”. Tele sağlık uygulamasında bir ruhsal durum değerlendirmesi yaptığımızı düşünürken (birebir yalnız kalarak yapmak istediğimiz bir şey) o sırada odanın boş olup olmadığından tam emin olamıyoruz. Halbuki fiziksel olarak var olduğumuz bir muayene odasında ya da sınıfta, odada yalnız olup olmadığımızı, sınıfta bilmediğimiz birisinin var olup olmadığını kontrol etmek bile gerekmiyor. Çünkü görüyoruz.
Uzaktanlık, karşımızdakine güvenin daha fazla olmasını gerektiriyor. İlişkilerin ve iletişimin her zamankinden daha fazla güven tarafından etkilendiği bir durum. Uzaktan eğitimde, sınavların işin en zor kısmı sayılması, güvenebilmek konusundaki tereddütlerle içiçe.
Hep özgüven derken, başkalarına güvenebilmenin önemini anladığımız bir dönem yaşıyoruz.
Çocuğun başka bir yere bakmadığına nasıl güveneceğiz? O sırada aslında dersi dinliyor gözüküp de Ipad’den oyun oynamadığına nasıl güveneceğiz? Güven ilişkisinin tekrar ve tekrar değerlendirildiği bir döneme giriyoruz.
Güvenin özünde başkasına güvenin ne kadar önemli olduğunu hissettiğimiz bir çağ da oldu bu pandemi dönemi.
Biliyorsunuz, çocuklarla ilgili başlıca dileklerden birisinin “kendine güvenen insanlar olmaları” olarak görüldüğü bir çağdaydık, başkalarına güvenebilmenin gereksiz ya da başkalarına güvenme ihtiyacının bir zaaf gibi görüldüğü bir güçlülük tanımı. Oysa en önemli psikolojik sağlamlık ölçütlerinden birisi “başkalarına güvenebilmek”. Bazı toplumsal kesimlerde, ailelerde, okul sınıflarında, birbirine güvenen bireylerin olduğu ortamlar, aynı zamanda bu bireylerin mutlu, öğrenmeye açık ve yaşamdan keyif alan bireyler olmasını getiriyor.
Burada güvenle güvenlik arasındaki hassas bağlantıya işaret edelim. Güvenlik birbirimize güvendiğimiz yerde var. Birbirimize güvenmediğimizde, güvenlik için ne kadar uğraşsak boş. Nitekim güvenlik rejimleri insanların birbirine güvenememesi üzerine kurulu ve sürekli güvenlik kontrolleriyle gidiyor.
Salgın döneminde herkesin lügatına giren ikiz terimler: Uzaktan eğitim ve EBA. Genellikle buradaki akademik verim tartışma konusu oluyor. Bilinen nedenlerle uzaktan eğitimin yanına bile yaklaşamayan geniş bir halk kesimi var. Bir şekilde bilgisayarını açabilenlerin de ne öğrenip ne öğrenemedikleri belli değil. Biz de bu konulara değinen çokça haber yaptık, görüş yayınladık. Fakat açıkçası çok (çok çok) önemli bir nokta karanlıkta kaldı, karanlıkta bırakıldı. Okul, dersten mi ibaret? Ya da okul tasarımında öğrenme, “derslerin öğrenilmesi” nasıl bir ağırlığa sahip olmalı?
Uzaktan eğitimde kullanılan erişim araçlarına sahip olmak için paranızın yetmesi gerekiyor. Internet bağlantısının gücü, ülkenin teknolojik düzeyi de ülkenin maddi kaynaklarına bağlı. İnternet üzerinden olan araçlara erişenler ve erişemeyenler gibi bir ayrım sınıfsal çizgiler üzerinden oluşurken, erişenler arasından da yararlananlar ve yararlanamayanlar diye bir ayrım oluştu. Erişim ve yararlanma eksenindeki zorluklar dersleri etkiledi.
“Okul dersten ibaret değil”
“Okul dersten mi ibaret”, çok uzun cevabı kısa kesersem, okul dersten ibaret değil. Okul toplumsal hayata katılmak üzere yetiştirilen küçük insanların ortak bir gündem ve amaçla bir araya gelmesi için bir platform. Ortak gündem nedir? Akademik ve sosyal müfredat denebilir, akademik derslerin ne ve nasıl olduğu anlamına. Ve de, sosyal müfredat bu derslerin yetişkinlerle, öğretmenlerle gençlerin ve çocukların okulda bir arada yaşaması, bu bir aradalığın dersler dışında ve dersler vesilesiyle insan olmaya ilişkin “geçerken” (periferal) öğrenme fırsatları yaratması.
Okulun dersten ibaret olmadığını söylediğimizde, öğretmenlerin önemli bir bölümü dersler dışındaki konularda, sosyal müfredatın nasıl gerçekleşeceğine ilişkin yeterli birikim ve motivasyonda değil. Kamu ve özel okullarda oranlar farklı olmakla beraber, öğrenmenin ölçümünün akademik yapılması, bu ölçümün okul yılları içindeki performans ile sınırlı tutulması sosyal ve duygusal gelişim müfredatını önemsiz gösteriyor. Oysa, okulda sağlanan gelişimin, bir yerde evdeki de böyle, performans ölçümünün çocuklar ve gençlerin yetişkin yaşlarında yapılması durumunda nelere bakabilirdik? Mutluluk, yaşam tatmini, başarı hatta para gibi göstergeler, sosyal ve duygusal gelişimi en az akademik gelişim kadar önemseyen okul ve öğretmenlerin performansını ön plana çekiyor.
Bu performansın çocukların yetişkin olmasını beklemeden ölçülmesi için nereye bakabiliriz? Okulların ve öğretmenlerin özel gereksinimi olan çocuklara yaklaşım tarzlarında okulun sosyal ve duygusal müfredatının etkisi görülebilir. Eğitim sistemindeki birçok kurumda, özel gereksinimli çocukların ihtiyaçları karşılanırken bir hakkın verilmesi değil de özel bir muamele gibi yaklaşımlar, ailelerin verilenle idare etmesi beklentisi… Okulu dersten ibaret olarak görüp, ders dışındaki konuların kendilerini ilgilendirmeyeceğini düşünen eğitim yaklaşımlarında akademik şansı düşük görülen çocukların yeri maalesef öncelikli değil.
Öğretmenlerimiz, beni ilgilendirmez demekten vazgeçtiklerinde, özel gereksinimli çocuklar için ne yapacağımızı bilmiyoruz, o zaman uzak duruyoruz, diyorlar. Özellikle neredeyse herkesin özel gereksinimlerinin çok arttığı bir dönemde, çocukları derse katmanın bile bir mesele haline dönmesi, “normal” zamanda bile çocukların motive edilmesi, okul ve öğrenmeyle bağının kurulması gibi konularda öğretmenlerin desteklenmesi ve donatılması gereğini hatırlatıyor.
‘Ben derslerimi öğretirim, onun dışına karışmam’ demek artık mümkün değil.
Sosyal duygusal iklimin, öğretmenlerin ve öğrencilerin kendilerini güvenli hissettiği okul ortamının ders içeriği dışında bir yaklaşım gerektirdiği söylenebilir. Okul iklimi, birbirini dinleyen, farklılıkları gören, kabul eden ve anlamaya çalışan insanların olmasıyla iyileşiyor. Akademik başarı bu barışçı iklim olmadığında pek mümkün değil, mümkün olduğunda da kalıcı değil.
Pandemi dönemi şimdiye kadar “ben derslerimi öğretirim, onun dışındaki konulara karışmam” demenin artık mümkün olmadığını gösterdi. Bu yaklaşımın değişmesi yönünde eğitim dünyası içinden çok çaba var. Özellikle sosyal – duygusal gelişim prensiplerine dayalı, okulun bütününe yayılan, okulun idarecisinden, hizmetlisine, velisine, öğrencisine, kantincisine tüm paydaşları kapsayan bir bakış açısına, insanın gelişimini bir bütün olarak gören ve o gelişimde herkesin sorumlu olduğu bir sistemin yaygınlaşmasına dönük değişik çalışmalar var. Bu çalışmaların da gösterdiği, pandemi döneminde olsun, öncesinde olsun, okulun dersten ibaret olmadığı. Olmadığında okul olduğu.