konuşmaların bir kısmında laf kalabalığı yapmışsam da, okunabilir bir metin. redakte edilmemiş videosu için http://youtu.be/o-0pePCFp4A
Rekabet, yarış vs üzerine
BÜMED dergisi BOĞAZİÇİ için röportajı yapan Duygu Cankılıç ‘11
İlk olarak gündelik hayatımızda da çok fazla kullandığımız rekabet halinde olmak ve yarış kavramlarını sizden dinleyebilir miyiz?
Yankı Yazgan: Bunlar sadece psikolojik kavramlar değil. Toplumda kendimizi fark etmeden içinde bulduğumuz ilişki biçimleri; başkalarıyla birlikte yaşadığımız zaman, otomatik olarak kendinizi başkalarına göre tanımlamaya başlıyorsunuz. beraberlik otomatik olarak rekabet anlamına gelmiyor; rekabet olması için aynı zamanda belli ve sınırlı bir kaynak için mücadele söz konusu. Örneğin, iki kardeşin annesi için rekabeti gibi. Bazen de bir iş başvurusu için üç beş kişinin rekabeti ya da bir şampiyonluk için takımların rekabeti şeklinde. Rekabetin belli kurallara göre olduğu durumlar, genelde yarış adıyla anılıyor. Rekabet ve yarışın insan üzerindeki etkisine bakarsak, bu kaynakların mücadeleye değer olup olmadığı bir etken bir diğeri de bu mücadelenin – mücadeleyi negatif anlamda kullanmıyorum, sonuçta yokuş çıkmak da bir mücadeledir- eşit şartlar altında gerçekleşmesi, herkesin eşit bir şekilde hazırlanabilmesi gibi lkelere uygunluğuna bağlı olarak rekabetin yarattığı duygular değişebiliyor.
Rekabet güdüsünü ortaya çıkaran durumlar nelerdir ve bu motivasyonu sağlayan ortam nasıldır?
Yankı Yazgan: Şampiyonluk örneğini verelim: Geçen yıl şampiyon olmak bu yıl şampiyon olmaktan bizi vazgeçirmiyor. Dün gece yemek yemiş olmanız bu gece acıkmanıza bir engel değil. O nedenle, bir kısım rekabetler bitmez tükenmez ve tekrarlayıcı.
Motivasyon, olmayanın tamamlanması, bir eksiğin giderilmesi yönünde olduğu gibi, fazladan bir şeyin kazanılmasına dönük de olabilir. Burada aynı kaynak için birbiri ile mücadele eden insanlar, kurumlar, takımlar ve organizasyonları harekete geçiren, önde olmak, var olmak, pozisyonu korumak ve daha da teorik olarak bakarsanız yaşamda kalmakla ilgili bir dürtü. Dünyanın kaynakları sınırlı; onun için varlığınızı sürdürebilmek için, kaynaklara erişiminizi sağlama almak zorundasınız. Hayvanlar dünyası, bitkiler dünyası, insanlar dünyası, ne gözle ve nereden bakarsanız. Sahada koşturan futbolcular, bir sınavda ter döken öğrenciler ya da annesine kendisini kucağına aldırtmaya çalışan iki çocuk şeklinde ortaya çıkan, özünde bir var kalma ve var olma mücadelesi, rekabet.
Biz rekabeti kavramsal olarak da, gündelik hayatımızda da kullanırken, sanki son zamanlarda bunu daha olumlu bir kavram olarak, çok daha normalleştirdiğimiz bir süreç olarak ele alıyoruz ya da kullanıyoruz. Yanlış da bir tespit olabilir; fakat daha önceleri rekabet olumsuz bir olgu gibi görülürdü, örneğin çalışma arkadaşınızla rekabet halinde olmanız sizin olumsuz bir özelliğinizmiş gibi atfedilirken şu anda çok daha normal görünüyor bu durum. Bu değişimi siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
Yankı Yazgan: Güzel bir nokta. Hem eğitim hem iş hayatı içerisinde, kaynakların azalması ve insanların varlıklarını sürdürmesi için çok sınırlı kanalların varlığı nedeniyle birbirimizi itekleyerek, dirsekleyerek öne geçmeyi arzu ediyoruz. Belki şunu düşünebiliriz: Günümüzdeki sosyo-ekonomik düzen bizi birbirimizin önüne geçmeye teşvik edici ya da tahrik edici bir şekilde işliyor olabilir; rekabet denilince ilk aklımıza gelenin başka birilerinin sırtına, omzuna basarak yükselmeye benzer bir durum olması biraz bundan. oysa, spordan örnek alırsak, rekabetin ilkesi olarak belden aşağıya vurmamak, başka birisi zayıf düştüğünde üstünlüğü o anda ele geçirmek için uğraşmamak, yerdekine vurmamak ya da boş kaleye gol atmamak gibi bazı centilmenlik ilkeleri var.
Kıyasıya, öldüresiye, yok edesiye olan bir rekabetten bahsediyorsak, bunun insanlardaki zaman içerisinde bir değişimden ziyade, insanların önemli bir bölümünü bu rekabete girmek zorunda hissettiren, insanı bu yönde iteleyen bir sosyal düzenden de söz etmeliyiz. Diğer yandan, ‘düzen’ eleştirisi yapmadan önce şu soruyu sorabiliriz: Bu rekabete girmek zorunda mıyız? Kendimize başka bir yol bulmak, bize önerilen kaynaklar ve erişim yolları dışında dünyada var olmanın yollarını aramak çok mu zor? Çoğu kişi bu soruyu kendisine sormadığı için mevcut itiş kakış içerisinden kendisine bir yer açmaya çalışıyor. Bu başka yolları arayanlara gerçekçi olmayan, ütopik, romantik denilebilir; zira ütopik ya da romantik olarak yaftalanan arayışlar hemen o anda bir tatmin yaratmaz, arzunun hemen doyurulmasından öte bir arayış içinde olmayı, beklemeyi, yokluğa ya da darlıklara dayanabilmeyi gerektirir. Biz ise hem hemen istiyoruz, hem de hepsini istiyoruz. Hemen ve hepsini elde etmek için,pek centilmence olmayan, kuralların sıkça bozulduğu, koşulların kendinize doğru büküldüğü, güçlünün haklı olduğu bir rekabet ortamına dalıyoruz.
Örneğin, biz lisansın son yıllarındayken, “Ben özel sektörde yapamam; çünkü rekabet var. Ben akademik çalışmalara devam etmek istiyorum,” diyenlerin daha sonra hakikaten akademinin de kendi içerisinde nasıl bir rekabet ortamı barındırdığını çok net gördüklerini biliyoruz. Akademiden özel sektöre hatta sanat camiasına da bu soruyu sorduk ve bu durumla başa çıkma yöntemleri geliştirdiklerini gördük. Pekiyi, rekabetin hiç olmadığı bir meslek gurubu ya da bir yaşam biçimi mümkün müdür?
Yankı Yazgan: Aramak mümkün. Birincisi rekabet sistemine girmeksizin yaşamanın yollarını arayabilirsiniz. Daha çok para kazanmak, daha ünlü olmak, daha ön planda olmak, ve bütün bunların hepsini ve her şeyi kendimiz yapmak arzularımız bu arayışı engelleyici olabilir.
İş birliği bir alternatif kavram olabilir.Örneğin şu anda sizin ekibinize bakıyorum, bu röportajı yapmak, görüntüleri çekmek, sesleri kaydetmek üzere buraya gelmiş dört kişinin arasında ne gibi bir rekabet olabilir? Bir ortak amacınız var, ve bu amacınızı gerçekleştirmek için kendi içinizde rekabetsiz bir iş birliği yapıyorsunuz. Aslında rekabetin içerisine iş birliği kavramını eklediğiniz ölçüde, birbirini baltalama, birbirine karşı belden aşağı vurma ihtimalini aşağı çekiyorsunuz. Hayattaki asgari ortak amacı, sadece kendimizin ya da bizim türümüzün değil, doğada olan bütün canlı ve cansızların varlığını sürdürmesi olarak görürsek, başkasını yok etmenin sizin de aslında yok oluşunuzu getirebileceğini görebilirsiniz. Ama bu ciddi bir zihinsel dönüşüm gerektiren, çoğumuza naif veya romantik gelecek bir bakış açısı. Günümüzdeki, tabii çok küçük yaşta başlayan, eğitim sisteminin eşitsiz yarışçı tarzı, varlığımızın ancak başkalarını ortadan kaldırarak mümkün olacağını bize aşılıyor. yanlış anlamayın: Yarışmakta hiç bir sakınca yok. Koşu yapıyorsak birimiz ipi önce göğüsler, ya da bir maç yapıyorsak takımlardan bir tanesi kazanır. Bütün iş, bunun tek şansımız olduğuna inandırılmamızda ve hiçbir zaman telafi edilemeyecek bir kayıp olduğunu düşünmemizde. O zaman işte rekabet gladyatörlerin rekabeti gibi oluyor; ama biliyorsunuz eninde sonunda hiç bir gladyatör hayatta kalmıyor. Ta ki, gladyatör olmaktan vazgeçip Spartaküs olana kadar.
“Ben kimseyle değil, kendimle rekabet ederim,” ifadesi ile pek çok kez karşılaştık ve aslında bunun gerçekten mümkün olup olmadığını merak ediyorum. İnsanların dış faktörlere tamamen kendini kapatıp sadece kendisiyle yarışması mümkün müdür?
Yankı Yazgan: Yapabilir insan bunu, geçici olarak en azından. Normal işleyen bir zihin çerçevesinde yapılabilecek bir şey. Bir de çok yaratıcı, çok parlak insanların aslında belli zamanlarda zihinlerini dış tesirlere çok ciddi bir şekilde kapatabildiklerini ve adeta dış dünyayı farkındalıklarından çıkarabildiklerini biliyoruz. Örneğin yazarlar, büyük yarışçılar, yüzücüler başka biriyle rekabet etmek yerine, kendisinin son yaptığından daha iyisini yapmak için uğraşırlar. Ama bu bir sağlıksız süreç de değil; daha ziyade mükemmeliyet arayışı, en iyiyi yapma arzusu, en iyiyi yapamayacağınızı bilseniz bile bir öncekinden daha iyi olma çabası da kendi ile rekabet etme dediğiniz duruma denk düşüyor, herhalde. Bunun için de, aslında iş yapma anlayışınızda, ‘yaptığınızı iyi yapma’ kültürünün olması önemli. Başka birinden daha iyi yapmaktan ziyade, başka birinin önüne geçmekten ziyade yaptığınızı iyi yapma kültürü geliştiği ölçüde, rekabet kavramı daha az anlamlı oluyor. Bir çay demlediğinizi var sayalım: Çay demlemenin binbir yolu var. Ama “ben güzel bir çay demlemek istiyorum, işte bunu nasıl yapabilirim”i düşünerek yaptığınızda, seçtiğiniz su, suyun kaynatılması, kaynatıldıktan sonra bekletilmesi, kullandığınız çayın uygun miktarda olması, uygun sürelerde demlenmesi gibi bir sürü detay sizi meşgul ediyor. Başka birinin çayından daha iyi olmak gibi bir amaçtan ziyade iyi bir çay içmek ya da iyi bir çay ikram etmek amacını, kendisiyle rekabet olarak anlıyorum. Başkalarını önemsiz ya da yetersiz görmekten ziyade yaptığınız işi iyi yapma anlayışı. Bunu amatör yaklaşım olarak adlandırılan yazarlar var; çünkü, bazen yaptığınız işi iyi yapmaya çalışmak günümüz anlayışına göre kârlı değil. Kâr ölçütüyle düşündüğümüz takdirde, yaptığımız her şeyin kârlı olması ya da düşük maliyette olması gibi işletme, mühendislik, fabrika, iş hayatı terimleriyle düşündüğümüzde bazı şeylerin iyi yapılması saçma, ziyan, gereksiz. Başka birisinden daha iyi yapıyor olmanız yeterli. Bu nedenle rekabet her zaman o sistem içerisinde en iyiyi üretse bile, o en iyi her zaman için iyi olmayabilir.
Rekabet halindeyken ya da bilinçli bir şekilde bir mücadelenin içerisindeyken kendimize duyduğumuz güven bunu ne şekilde etkiler? Kendimize dair yanlış bir izlenimde bulunduğumuzda kendimize güven bizi farklı bir yere mi taşır? Bunun sınırı nedir?
Yankı Yazgan: Kendine güven ilginç bir kavram; malum, ben çocuklarla ve gençlerle çalışıyorum. Anne-babalara sorduğunuzda hepsi çocuğunun kendine güveninin çok yüksek olmasını istiyor. Oysa, bu siparişle gelen bir şey değil. İlacı, iğnesi yok, şurubu yok. Kendine güven nasıl gelişir? İşi ortaya koyarak. İşin ortaya konması genelde, emekle ve çabayla gerçekleşen bir şey. Verdiğiniz emekten dolayı, o emeği verebildiğiniz için kendinize güveniniz artıyor. Bir işle uğraşıyorsunuz, rekabet içindesiniz, yarışmayı kazanamıyorsunuz. Bu, belki, yarışmayı kazanmanın verdiği haz ve şişkinlik duygusunu vermese bile, başlayıp bitirebilme, yarım bırakmama, tamamlayabilme her zaman alkışlanır.. Kendine güven yarım bırakılmayıp tamamlanan işlerle gelişir. Tabii ki, bir sonraki emek verme sürecine, daha önce yapabilmiş olmanızın etkisiyle, verdiği güvenle daha önde giriyorsunuz. Gerekeni yapmışlık duygusunu verdiği için tamamlanmışlık hissi, yarım kalmışlık hissinin verebileceği güvensizliğin tam tersi olan kendine güveni vermiş olur. Bizim, çocuklarımıza, kendimize, kardeşlerimize, arkadaşlarımıza önerimiz, girdiğimiz işi tamamlayabilmek, verdiğimiz taahhütleri yerine getirebilmek ve bu çerçevede yapabileceğimiz işleri iyi tayin edebilmek, kendi gücümüzü doğru değerlendirmek. ; zira kendine güven genellikle, şişinmek ya da böbürlenmek gibi kavramlarla karışıyor.
Ben neyim ve benim sınırlarım nereden geçiyor? Güvenin belirleyicisi biraz da bu sorunun yanıtında. Ama biraz önce konuştuğumuz rekabet türü, açık vermeme, zayıf gözükmeme, daha aşağıdaymış hissi vermeme üzerine bir kültür ve davranış repertuvarı oluşturduğu için sınırlarımızı bırakın başkalarına belli etmeyi, kendimiz bile öğrenmek istemiyoruz. Dolayısıyla sınırsız ve müthiş gücü olan birisi izlenimi vermek, makbul bir şey. Reklamlarda, iş başvurularında, cv’lerde, herkes neyi ne kadar müthiş ve mükemmel yaptığını gösterme çabasında. Hiç mi başarısız olmuyorsunuz, hiç mi bir şeyinizin işe yaramadığı olmuyor? O nedenle, en çok satan kitaplar başarı öyküleri; en çok okunan, dinlenen gurular, konferansçılar nasıl müthiş şeyler yarattıklarını anlatıyorlar devamlı. Böyle bir güven enflasyonu söz konusu.
Öğrenme sürecinde olan gençlere bu şişkin güven duygusuna sahip kişiler örnek teşkil ederek, “ ancak bir başarın varsa çıkıp konuşabilirsin, başarısızlığı olanlar ‘loser’lar, çöp tenekesinin dibine” anlayışı işleniyor. Rekabet, romantik anlamında, herkesin yaşamda kendine anlamlı, emeklerinin karşılığını alabileceği bir yer açması sırasında başkalarına göre olduğu konumu değiştirmesi. Fakat hepimizin bildiği rekabet, sizin de bahsetmiş olduğunuz gibi akademik hayattaki “publish or perish” kelimesinde kendini bulan, ya yapacaksın ya da yok olacaksın tarzı yaklaşım ile mümkün. O nedenle rekabet başlığı altında kazanmak için her şeyi mubah gören anlayış, bizim ruhlarımızı kemiriyor ve zehirliyor. Hepimiz belki deistemediğimiz tipte insanlar oluyoruz. Sonra da, 50-55 yaşına gelince, Budist tapınaklarına gidip yahut başka dinsel arınma prosedürleriyle bugüne kadar yaşadıklarımızdan kurtulmaya çalışıyoruz. bu böyle olmalı mı?
Son olarak, eğitim içerisinde özellikle çocukların ve gençlerin içinde bulunduğu durum, devamlı değişen ve bir türlü o “altın sistemin” bulunamadığı rekabet ortamındaki sonu gelmeyen sınavlar… Bir bakış açısına göre bu mecburi bir sistem. Birilerinin elenmesi birilerinin üst noktaya çıkması, ilerlemesi, başarı göstermesi gerekiyor ve bunun için de belirli bir sınav sistemi şart. Fakat bunun yöntemleri konusunda tabii çok sorunlu aşamalardan geçildiğini de biliyoruz. Bu geçiş süreçlerinde farklı farklı sistemlere tabii tutulan gençlerin, çocukların uğradığı birtakım deformasyonlar olduğunu görüyoruz. Siz ne düşünüyorsunuz?
Yankı Yazgan: Bir kere sınav için çalıştıkları hiçbir konuyu aslında öğrenmiyorlar. Bu sadece eleme sınavları için değil., Tıp fakültesi hocası olarak, en parlaklar arasında sayılan çocuklara bakıyorum. Onca rekabetin ardından girdikleri okulda tıp fakültesi bitirildiğinde girilecek başka bir sınav için hazırlanmaya başlıyorlar. Dolayısıyla sadece sınavda çıkacak soruların cevaplarını öğreniyorsunuz. Oysa bilgi denen şey, sadece sorulara verilecek cevaplardan ibaret değil. Öğrenmenin hiç bir zevki kalmıyor.
Günümüzdeki bir başka egemen yaklaşım, ‘her şey ancak bir işe yarayacaksa öğrenilir, kullanılırlık değeri var ise öğrenilir’. Ne işime yarayacak sorusu bunu körüklüyor. “Ben birisiyle arkadaş olacaksam ne işime yarayacak?” “Boğaziçi Dergisi’ne röportaj vereceksem ne işime yarayacak?” diye düşünüp sadece o gün, hemen orada işime yarayacağını düşündüğüm şeyleri yapıyorum.
Bu şekilde düşündüğünüzde, sınav sistemleri vsde. rekabetten ziyade ayıklamacı mantık var. Toplumda işe yarayanlar ve yaramayanları ayırmak amaçlı bir bakış açısına biz de ne kadar işe yarar olduğumuzu ispatlamak için bu sınavlara giriyoruz. Hepimiz girdik. Çoğumuz iyi puanlar aldı. İşe yarayanlar arasında yer alan birisi olduğumuz için, kazananlar grubundayız. Bunun rahatlığıyla konuşabiliyoruz. En azından kazananlara karşı bir kıskançlıktan konuştuğumuz söylenemez. Her şeyin kazanmak ve kaybetmekten ibaret görüldüğü, kaybetmenin bir felaket sayıldığı bir durumda insanlar kaybetmeye tahammülsüz hale geliyorlar, kaybetmeyi dünyanın sonu gibi yaşayabiliyorlar. Kazanmak için her şeyi yapma kültürü, eğitim sisteminin içerisine de yansıtılıyor. Notlarını yükseltmek için parayla soruları satın alanlar, yapmadığı stajları yaptı gösterenleri düşünün. Biz de bunların daha hafiflerini yapıyoruz. Sonuçta saflığımızı bozan bir değişiklik doğuyor.
Sorun sınav yapılması değil, eleme sınavı da olabilir, yüz kişilik bir bölüme bin kişi başvurursa tabii ki yüz kişi kazanacak. Bütün iş, adil bir sınav sisteminde ve sınava hazırlanma döneminde sağlanacak adil koşullarda. Sınavı ne kadar adil yaparsanız yapın, ki şu anda Türkiye’deki sınavların bir çoğu fena sınavlar değiller, ama bu sınavlara insanlar eşit olanaklarla hazırlanmıyorlar. Herkese aynı sınavı uyguluyoruz; ama o noktaya gelene kadarki hazırlanabilirlik eşit değil. Bu tür eşitsizlik ve adaletsizlikler altında yapılan ayıklama sınavları sadece insanlarda hınç birikimine yarıyor. Sınavı kazananlarda, “yırttık” duygusu ve büyük emeklerle gelinmiş bu noktayı sonuna kadar götürme eğilimi. O nedenle, yarışmacı sınavların doğrudan günah keçisi yapılmasından ziyade bu sınavlara hazırlanma koşullarına bakmalıyız. Çok basit bir şey var burada, genel retorik bir sözü söylemek istemiyorum ama, çocukların eğitim sistemine dâhil olmaya başlamalarının hemen öncesine, 2 ile 5 yaş arasına bakmak lazım. 2 ile 5 yaş arası insan beyninin şekillendiği, insan beynindeki ilk zenginleşmenin, dilin öğrenilmesiyle hız kazanması sonucu gerçekleştiği bir dönem. Bu konuya titizlenilen az sayıda ülke var. Bu dönemde, örneğin bütün çocuklara okul öncesi eğitim sağlanabildiğinde, çocuklar sadece soruların cevaplarını doğru bilmenin değil, genel olarak kendini ifade etme, başkalarını anlama, söyleneni anlayabilme ve yorumlayabilme becerilerini kazanabildikleri takdirde, sınavı kazanıp kazanmamak çok önemli olmayabiliyor; çünkü sınavı kazanmasanız da sistem dışı ve kaybeden olmuyorsunuz. Özellikle okul öncesi eğitimin ön planda tutulması, şu andaki yarışmacı/ayıklamacı eğitim sisteminde girdiğimiz açmaza çözüm olabilir diye düşünenler var. Ben de onlarla aynı kanaatteyim.