Türkiye mizah için hep uygun bir ortam sundu, bu memlekette ‘Gırgır’ hiç bitmedi. Bugün de, sosyal medyada son birkaç aydır yayımlanan ses kayıtları ve bunun çevresindeki güç kavgası ile tanımlanabilecek siyasi ve ahlaki krizi en iyi karikatürlerdeki mizah yansıtıyor.
Tvitlerdeki ve gazete başlıklarındaki karikatür çarpıcılığındaki cümleleri unutmuyorum elbette. Karikatüre bir öncelik vereceğim. Zira karikatürün mizah yapısı güçlü olana yaranmayı zorlaştırıyor; o nedenle belki ‘muhalif’ çizgiler yapan karikatürcülerin işi, ‘iktidar yanlısı’ çiziktirenlerinkinden daha kolay sayılabilir. Ama çizgilerinin gücünü bu ‘kolay’lık daha da arttırıyor.
Karikatüre ‘bakmaya’ da, bu sayfaya zaman zaman eklediğim karikatürleri de bizzat çizmeye meraklıyım. Çizgilerime bakıp da ‘karikatürcü müyüm şimdi ben?’ diye düşündüğümde, çok yıl önce okuyup ve bir kenara yazıp tam kaynağını bilemediğim alıntılardan birisini hatırlarım.
Garfield’ın yaratıcısı Jim Davis’in karikatürcü olmak için koştuğu üç şart var: 1. Espri yeteneği olmalı, 2. Çizebilmeli (buraya kadar ‘eh, herhalde yani’ diyerek geldiyseniz, biraz bekleyin), ve en önemlisi, 3. Hayatta başka işe yarar bir becerisi olmamalı.
Tıp fakültesi öğrencisiyken karikatür merakımın nasıl oluşup canlandığını hatırlamaya çalışıyorum. Lisedeki yayımlanmamış okul yıllığının çizgilerini yaptığıma bakarsak, espri yapabiliyor, çizgi çizebiliyordum. Jim Davis’in iki koşulunu o yaştaki her eli kalem tutan genç gibi kolayca sağladığıma inanıyordum.
Davis’in 3’üncü koşulu benim için ne zaman gerçekleşti? Tıp fakültesinde kendimden (başka beceri geliştirebileceğimden) umudu kesmiş miydim ki, karikatür hayatımı canlandırmaya karar verdim ? Hemen belirtmeliyim, o sırada da 1980 öncesinde başlayıp hemen sonrasına sarkmış olan öğrencilik hayatımı biraz mizahi buluyordum. Yok, gözle görülür bir perişanlığım yoktu ama, çelişkinin cisimleşmiş şekillerine gülüyorsak eğer, aynı anda iki birbirinden uzak konuyu (tıp ve karikatür) eş zamanlı yapmaya çalışmış olmamın kendisi miydi mizahi olan? Fazla gülecek bir durum yoktu.
Mizah ile gülmeyi o kadar birbirine bağlantılandırmış durumdayız ki, güldürmeyene (kendiliğinden bir gülümseme yaratmayana) yine o yıllarda Öztürk Serengil’in bir komiklik yarışmasındaki komedyen sunucu olarak icat ettiği ‘gıdıkladı’ deyişiyle güldürücülüğün zorlamalığını vurgulanabilir.
Mizah güldürür ya da gülümsetir. Peki, güldüğümüz her durum mizahi mi? Yolda giderken düşen birisine ilk tepkimizin hafiften gülmek olması gibi. Ilk tepkinin gülmek, ikinci tepkinin acımak ya da yardıma koşmak olduğu bir duruma mizah diyebilir miyiz? Başka birisinin çektiği acıdan kendine bir keyif ya da rahatlama çıkarmaya (ve ötekini acısıyla baş başa bırakmaya), malum, schadenfreude deniyor.
Alay etmek, aşağılamak, incitmek gibi davranışların sınırında gezip, bunların hiç birini yapmadan, ama karşısındaki (kişide ya da olaydaki) çelişkiyi göz önüne sermekten de kaçınmadan güldürücü olan durumlar mizahın göbeğinde (rakının göbeği gibi, bence en iyisi anlamına).
Schadenfreude’ye dönelim. Düşene gülmek bir refleks, ama sonrasında yardımına koşmak insani bir refleks. Bir duruma güldüğümüzde, bir yandan hüzün hissetmez isek, orada mizah bulabileceğimizi sanmıyorum. Mizah bariz ve apaçık olanı vurgulayarak göstermekten ziyade çelişkiyi hissettirmeye dayanıyor. Pornografi ile erotizm arasındaki farka benzer bir nüans mizah ile mizahsız gülünçlük arasında var.
Düşene gülmeyi ayıplamam, ama mizah bunun ötesinde bir duygu yaratabilmeli. O nedenle de, sadece başkasının içine düştüğü gülünçlüğü teşhir etme bana mizahi gelmiyor. Twitter’da ‘esprili’ durumlarda ‘LOL’ (burada ‘kah kah kah’ demenin twittercası) ya da ‘gülen yüz’ işareti koyarak ‘çok komik, değil mi?’ ya da ‘ciddi değil canım, espri yapıyorum’ dememiz hepimizin bu mizah azlığını fark etmesinden belki.
Mizahın duygusunun hüzünle karışık bir neşe, ya da neşeli hüzün olduğunu söylersem, hepimizin aklına gelen ‘güleriz ağlanacak halimize’ belki yadırganacak bir davranıştan öte bir başa çıkma mekanizması olarak da anlaşılabilir.
Son birkaç ayın mizah malzemelerine baktığımızda, (siyaset bir yana) ahlaken acıklı duruma (düşmüş değil) bizzat girmiş olanlara gülmemiz bir schadenfreude değil; mizahın kendisi. Ömrümüzün bir bölümünü (yine) ziyan ettirdiğimiz hissinin verdiği hüzünle başa çıkmak için bir neşelenme arayışı.
Bu yazının başında tıp öğrencisiyken karikatüre sarmamın sebebini tıpta ararken, şimdi yazının sonuna geldiğimde fikrim değişti. Tıp fakültesi yıllarımın Türkiye’sindeki baskı ve şiddetin gençliğin doğal sayılabilecek hüznünü katmerlendirdiği bir dönemde, karikatüre sıkıca sarılmıştım. Toplumdaki kararmanın verdiği kasvetle başa çıkmak için karikatür bir çıkış yolu oldu. Kendim gibi arkadaşlarımla bir araya gelip yaptığım karikatürlerle soluk alabildim.
1982’de Antalya festivalinin içindeki bir sergide bir grup genç (Levent Efe, Firuz Kutal, Reha Erdem, ben hemen hatırladıklarım) bez parçalarına çizdiğimiz karikatürleri sokaklara astıydık. Sergiye bulduğumuz ad üzerine düşündüğümde (N’ olucam ben?) mizahın toplumsal baskılara dayanabilmeyi sağlayan, insani reflekslerimizi canlı tutan yanını şimdi fark ediyorum. O sırada içinde olduğumuz acılı ve acıklı durumdaki gülünçlüğü görüp başkalarına göstererek duruma kendimce dayanabilmişim.
Mizah beynimizi basit bir hücreler toplamı olmaktan, bizi de akıllı bir makine olmaktan kurtarıyor.